top of page

ULU HAKAN: SULTAN 2. ABDÜLHAMİD

Bu sabah Saliha Hanım'ın mutfağında hummalı bir çalışma vardı. Eltisi Meltem Hanım ile birlikte bir yandan poğaça, börek, kek ve de hasta çorbası olan telbine çorbasını elbirliği ile yapıyorlar. Mutfakta işleri biten hanımlar ev halkına seslenip hep birlikte evden çıktılar.


Yapılan yiyecekler ile birlikte bir miktar meyve ve sütle birlikte köyün diğer ucunda olan yaşlı ve hasta olan Muhsin amca ve Neriman teyzeyi ziyarete gidiyorlardı. Saliha hanım çocuklarına bu yaşta Sünneti seniye olan hasta ziyaretini uygulamalı ile birlikte öğretip, aşılamak istedi. Zira artık zaman Sünneti seniyelerin teker teker kaybolduğu zamandı. Böyle nadide konularda hassas olmalı ve çocuklarımıza bunu aktarmalıyız diye düşünürken çocuklara bir uyarı gerkesiniminde hatırlatmada bulundu.


"-Ahmet, Ayşe evlatlarım! Hastanın yanına da fazla oturmamak, durumu iyi ise kendisi için şifa talebinde bulunmak, iyi değilse Tevbe ve sabrı tavsiye etmek, kendisine nasihatte bulunmak ve ondan dua istemek sünnettir. Unutmayalım bunu güzel evlatlarım benim. "


Her ikisi birden annelerini onayladıktan sonra yollarına devam ettiler. Meltem hanım geldiklerini söylediğinde bizim iki ufaklık geldikleri eve baktılar. Tek katlı müstakil bir evdi. Kocaman bahçesi, demir paslı kapısı, tuğladan çatısı, yer yer dökülmüş duvar sıvası, boyası ise eskimişti. Lâkin bu eski görümüne rağmen bahçenin temizliği ve rengarenk çiçekler bu eski görüntüleri akıldan hemen siliyor.


Hep birlikte içeri girdiğinde, evin bir odasında somyenin üzerinde yatan bir amca vardı. Baş tarafındaki duvarda Osmanlı bayrağı, karşı duvarda hançer, kılıç ve eski bir tüfek vardı. Herkes geçmiş olsun dileklerinde bulundu tıpkı az önce yoldayken Saliha hanım uyardığı şekilde. Ardından konuşmaya daldıklarında Ahmet'i in gözleri her iki duvarda kalmıştı. Bunu fark eden yaşlı amaca Ahmet'e doğru dönüp,


-"Ha bu duvarda gördüğünüz kılıcı benim dedem 20 yaşındayken Çanakkale'de kullanmış. Bize hatıra kalmış. Bizde gelecek nesillere aktarıyoruz."


Ahmet heyecanla,

-"Peki bu hançer?"


-"Onu ulu Hakan Abdulhamid Han hazretleri, dedemin dedesine üstün başarısından dolayı hediye etmiş."


-"Hangi başarısı?"


-"Bilmem sırdır. Abdulhamid yakınında ve hizmetinde bulunanlar büyük bir sırdır ve o sırlarını eşlerine dahi açmazlar."


-"Vayy be merak ettim doğrusu."


Hemen araya giren Ayşe,

-"Bende merak ettim."


-"Zaten sensiz olmaz küçük kardeşim."


Odada bulunan herkes bu iki bıcıra güldü. Ardından hasta yatağından genç bir delikanlı gibi doğrulan yaşlı amaca sordu,


-"Sizlere onu tarih kitapları dışında olan özelliklerini anlatayım mı?"


Herkes onay verince anlatmaya başladı bizim yaşlı ve hasta olan amca. Eee Osmanlı deyince akan sular dururdu Osmanlı evlatlarına.


-".....Dine olan bağlılığı, güzel ahlakı, edep ve hayası, akıl ve adaletiyle bilinen ikinci Abdülhamit Han, milleti için gece gündüz çalışmış onun tahtan indirilmesinin üzerinden 10 yıl geçmeden devletin dörtte üçü elden çıkmış. Onun, tahtan indirilmesiyle Ortadoğu kan gölüne çevrilmiş Arap alemi siyonizmin kölesi haline gelmiştir.


Sultan İkinci Abdülhamit, yıkılmak üzere olan Osmanlı Devleti’ni uyguladığı politikalarla 33 yıl ayakta tutmayı başarmış, kendi ülkesinde değil, bütün İslâm âleminde tabiî ve sembol bir lider vasfına ulaşmış müstesnâ bir şahsiyettir.


Dini savunan ahlakıyla bilinen Abdülhamit Han, birçok tenkit ve suikastlere uğramış tahta kaldığı müddetçe, devletin bekasını korumuştur.


Hayırsever ve cömert bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid, sıradan bir vatandaş gibi yaşardı. Yunan seferi sırasında, kendisine hazinede yeterli para bulunmadığı söylenince, atalarından kalma şahsî servetinden masrafları karşılamış, bunu devletten geri almamıştı.


Boş vakitlerini marangozhanede geçirir, harika eşyalar yapar, bunları sattırır ve parasını fakire fukaraya dağıttırırdı. Son derece şefkatli bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamit’in kendisini öldürmek isteyenleri bağışlaması, dünya siyaset tarihinde ender rastlanan bir olaydır.

Sultan İkinci Abdülhamit, kültüre önem vermiş ve eğitim konusunda hizmet verecek birçok mekân yaptırmıştır.


Güzel Sanatlar Akademisi, Ticaret ve Ziraat Okulları kuran Sultan İkinci Abdülhamit, ilk ve orta dereceli okullar, dilsiz ve kör okulları, meslek okulları da yaptırmıştır. Vilâyetlere liseler, kazalara ortaokullar kurmuş, ilkokulları köylere kadar ulaştırmıştır.


İstanbul’da Şişli Etfal Hastahanesi’ni ve Dârülaceze’yi kendi şahsi parasıyla yaptırdı. Hamidiye adı verilen içme suyunu borularla İstanbul’a getirtti. Karayollarını Anadolu içlerine kadar uzatan Sultan İkinci Abdülhamit, Bağdat’a ve Medine’ye kadar da demiryolları döşetmiştir. Büyük şehirlere atlı tramvay hatları yaptırmıştır.


Alman birliğini kurmuş olan Prens Bismark, rivâyete nazaran:


“Dünyâda yüz gram akıl varsa, bunun doksan gramı Abdülhamît Han’da, beş gramı bende, kalan beş gramı da diğer dünyâ siyâsîlerindedir...” demiştir.


O’nun en büyük talihsizliği, devleti çok kötü şartlar altında eline almış olmasıdır. Buna rağmen hiç yılmadan, bıkmadan büyük bir îmân, müthiş bir zekâ, sabır ve büyük bir mahâretle devleti, otuzüç sene ciddî bir kayba uğratmadan idâre etmiştir.


Son derece yoğun, yorgun ve çileli bir ömürden sonra Abdülhamit Han, yetmiş yedi yaşında 10 Şubat 1918’de vefat etmiştir....."


-" Ben çok hayran kaldım. "


Ayşe gibi diğerleri de büyülenmişti. Büyükler kendi aralarında bu büyük padişahı konuşurken Ahmet, kardeşine baktı ve kardeşi de ona bakıyorlardı. Onların artık konuşmasına gerek yoktu zira alıyorlardı birbirlerini. Bence sizde anladınız değil mi?


İstikamet doğru sandığa ve zamana yolculuğa

Aman siz başka bir şey anlamadınız değil mi 🤭


Neyse efendim biz devam edelim. Ahmet ve Ayşe eve döndükten kısa bir süre sonra depoya gidip, sandığa girdiler. Zamanda yolculuk yapıp o dehasına şimdi bile ihtiyaç duyulur, hayranlık uyandıran II. Abdülhamid Han yanına gittiler. Onu hasta ve atölyede buldular. Yanı varıp başlarından geçenleri anlattılar. Kimi yerde üzüldü, kimi yerde böyle bir makinanın icat edildiği için sevindi ve tavsiyelerde bulundu. Ardından kendi hayatını anlatmaya başladı


-"Ben II. Abdülhamit, (1842-1918) yılları arasında hüküm süren Osmanlı Sultanlarının otuz dördüncüsü, İslâm halîfelerinin doksan dokuzuncusuyum. 12 Eylül 1842, İstanbul'da babam Sultan Abdülmecid, annem Tir-i Müjgân'dan dünyaya geldim. On bir yaşımdayken annem verem hastalığından kurtulmayıp öldüğünde, manevi annem ve padişah babamın çocuksuz kadın efen­disi Pirustu’nun elinde büyüdüm.


Piristu annem tarafından oldukça ilgilenilerek büyütüldüm. Bünyemin çok zayıf olması ve buna bağlı olarak sık sık hasta olmamdan dolayı özel bir ilgi gördüm. İlk olarak da sarayda eğitim almış ve aldığım eğitimlerde ağırlıklı olarak kültür dersleri, musiki ve piyano dersleri olmuştur.


Babam Sultan Abdülmecit'i de erken yaşta kaybettim ve babamın yerine amcam Sultan Abdülaziz tahta geçti. Amcam Sultan Abdülaziz, eğitimimle ilgilendi, gittiği her yere beni de yanında götürdü. Amcam Abdülaziz, beni Mısır ve Avrupa seyahatlerinde asla yanından ayırmamıştır. Özellikle Avrupa seyahatinin etkisinde kalmıştım. Avrupa ülkelerinin gelişmişlik seviyelerini üst düzeyde gözlemleyip ve Osmanlı Devleti'nde bunları uygulamaya gayret ettim.


Üst düzeyde Arapça, Farsça, Fransızca, hadis, fıkıh ve fen dersleriyle ilgili eğitimin aldım. Hocalarım ise, Gerdan Kıran Ömer Efendi’den Türkçe, Ali Mahvi Efen­di’den Farsça, Ferid ve Şerif efendilerden Arapça ile diğer ilimleri, Vak’anûvis Lütfi Efendi’den Osmanlı tarihi, Edhem ve Kemal paşalarla Gardet adındaki bir Fransız’dan Fransızca, Guatelli ve Lombardi adlarındaki iki bayandan müzik dersleri aldım. Tanzimat döneminin Batılılaşma çabaları içinde yetiştim.


Saray halkı ve devlet büyükleri zeki, fakat düşünce ve kanaatlerini asla dışa vurmadığım için beni pek sevmezlerdi. Bu yüzden herkes benden uzak kaldı ancak Pertevniyal Kadın’ın yardımı ile Sultan Abdülaziz’e yaklaşabildim. Zekâm ve politik kabiliyetim dolayısıyla amcam Abdülaziz, şehzadeliğim döneminde beni serbest bir ortamda yetişmeme imkân verdi.

Maslak çiftliğinde toprak işleriyle meşgul oldum. Burada koyun besledim, üstübeç madenleri işlettim, borsa faaliyetlerine katılarak para kazandım. Tahta çıktığı zaman servetimin 100.000 altını aşmıştı.


Anayasaya dayalı meşrutî bir idare kurmak isteyen ve bu yüzden amcam Abdülaziz ile abim V. Murad’ı tahttan indiren Mithat Paşa ve arkadaşlarıyla anlaşıp, 31 Ağustos 1876 Perşembe günü tahta çıktım. Bu sırada devlet en buhranlı günlerini yaşıyordu. Amcam Sultan Abdülaziz devrinde başlamış olan Bosna-Hersek ve Bulgar ayaklanmalarına abim V. Murad devrinde Sırbistan ve Karadağ muharebeleri de eklenmişti. Bu isyanları kışkırtan ve destekleyen Rusya “Şark Meselesi”ni halletmek üzere fırsat kollamakta idi.


Malî imkânsızlıklar yüzünden isyanlar bastırılamıyordu. Amcam Abdülaziz’in son yıllarında Mahmud Nedim Paşa’nın dış borçların ödenmesiyle ilgili kararı, Avrupa’da büyük tepkilere yol açmış ve bu yüzden yeni bir yardım alınması imkânsızlaşmıştı. Avrupa kamuoyu Osmanlı Devleti aleyhine dönmüş durumda idi.


Ekonomik alanda kendimden önceki padişahlardan devraldığım dış borçları temizlemeye öncelik verdim. Tahta çıktığımda, 1854-1874 arasında alınmış dış borçların vadesi dolan yıllık ana para ve faiz ödemeleri devletin normal gelirlerinin yarısını geçiyordu. Dış baskı aracı olarak kullanılan ağır borç yükünden bir an önce kurtulmak istiyordum.


Avrupalı alacaklıların temsilcileriyle 20 Aralık 1881’de bir anlaşma imzalandı. Muharrem Kararnamesi adı verilen bu anlaşma ile alacaklı ülkelere belli devlet gelirlerini toplamak üzere Düyûn-ı Umûmiyye’yi kurma imtiyazı tanındı. Böylece Osmanlı Devleti’nin Batılı devletler arasındaki itibarı oldukça düzeldi. Fakat anlaşmadaki bazı hükümler yüzünden borç senetlerindeki değer artışı Düyûn-ı Umûmiyye’nin işine yaradı.


Bu arada, eskisi kadar olmamakla birlikte yeni borçlanmalara gidildi. Devlet gelirlerinin yüzde otuzu borçların ve faizlerinin ödenmesine ayrıldığı halde, eski borçlar temizlenemedi. Ancak çocuklar alınan borçlardan çok daha fazlası ödendi ve borçlar büyük ölçüde hafifletildi. Bu borçlanmalara karşılık, memleketin yer altı ve yer üstü kaynaklarının işletme hakları İngiliz, Fransız, Alman şirket ve bankalarına bırakıldı.


Bu şartlar içinde büyük bir iyi niyet gösterisi ile işe başladım. Osmanlı tarihinde o zamana kadar görülmemiş birtakım hareketlerle kısa sürede ordunun ve halkın gönlünü kazanmışım öyle söylüyorlar. Meselâ Seraskerlik Kapısı’nda subaylarla yemek yiyip, burada “serasker paşa, paşalar, beyler, efendiler” hitabıyla başlayan bir konuşma yaptım. Bütün hükümet üyeleriyle mâbeyin personelini Yıldız Sarayı’nda yemeğe davet ettim. Burada yaptığım konuşmada da millî birliğe duyulan ihtiyacı dile getirdim.


Tersane’ye giderek bahriyelilerle birlikte sofraya oturup asker yemeği yedim. Bâb-ı Meşîhat’a giderek ulemâ ile birlikte iftar yemeğine katıldım. Haydarpaşa Hastahanesi’nde Balkan cephelerinden gelen yaralıları teker teker ziyaret ederek onlara hediyeler dağıttım. Sadrazam ve diğer nâzırlarla birlikte camileri dolaşarak halk içinde namaz kıldık.


Tahta geçtiğim ilk dönemlerde henüz devlet dizginleri tam mânâsıyla elimde değildi. Hükûmete ihtilâlci bir kadro hâkimdi. Bailarda onlara -zannettikleri gibi- İngiltere’nin böyle bir bâdirede bizim yanımızda yer almayacağını isbat için İngiliz büyükelçisi Layart’ı da huzûruma çağırarak hükûmet erkânı ile bir müzâkerede bulundum. Layart, hükûmeti nâmına bu toplantıda İngiltere’nin Rusya’ya karşı olan siyâseti dolayısıyla şâyet bir Türk-Rus Savaşı çıkarsa, bizim muvaffakıyetimizden memnûn olacaklarını söylemekle birlikte, hiçbir sûrette bizim yanımızda yer almayacaklarını kat’î bir lisanla ifâde etti. Buna rağmen Mithat Paşa ve avanesi, kolay bir zafer elde edebileceklerini umarak beni dinlemeyip Rusya’ya harp îlân ettiler.


İslâm dünyası ile bağlarımızı güçlendirmeye çalışıp ve bunu temel bir siyaset haline getirip, Almanya’dan aldığımız malî destek ile, 1888’de Haydarpaşa-İzmit demiryolu hattını Ankara’ya kadar uzatmaya teşebbüs ettik. 1902’de Ankara’yı Bağdat’a bağlayacak hattın yapımını da Almanlara verdik.

Dış tehlikeler karşısında devletin tabii dayanağı olarak gördüğüm müslüman tebaaya öncelik verme siyasetini benimsedim. İngiltere’nin Mısır ve Arabistan’da ilmî araştırmalar adı altında başlattığı Osmanlı aleyhtarı faaliyetlerini yakından takip ettim. Çünkü onlara hiç güvenmiyorum zaten RABBİMİZ de gayrimüslimlere güvenmeyin diye emrediyor.


İngilizlerin Araplar arasında istismar ettiği konulardan biri hilâfet meselesi idi. Müslümanların devlet başkanı olacak kişinin Kureyş soyundan gelmesinin şart olup olmadığı tartışmaları, İngiliz propagandaları yüzünden tekrar gündeme geldi. Osmanlı padişahlarının Kureyş soyundan gelmemesi sebebiyle meşrû halife olamayacağı ileri sürülmeye başlandı.


Şeyhim Ebü’l-Hüdâ, Araplar’ı Türkler’e karşı isyan ettiren konunun imâmet meselesi olduğunu söyledi. Bunun üzerine bende eskiden beri Osmanlı medreselerinde okutulan ve idâdîlerin altıncı ve yedinci sınıflarında da okutulmasına karar verilen Şerhu’l-Akâid’in 1317 baskısından imâmet bahsini çıkarttım."


Ahmet merakla aklına gelen bir soru sordu,

-" Padişahım en başarılı olduğunuz yönünüz hangisidir? "


-" Evladım ben artık padişah değilim. Soruna gelince bence, benim en başarılı yönüm dış politikadır. Dünyadaki politik gelişmeleri yakından takip etmek üzere sarayda bir çeşit bilgi merkezi kurdum. Osmanlı ile ilgili bütün dünyada çıkan yazılar ve dış temsilciliklerden bana gelen raporlar burada toplanır ve değerlendirilirdi. Gerektiğinde yerli ve yabancı ilim adamlarından dış politika konusunda bilgi alırdım. Uyguladığım dış politika prensip itibariyle basit, uygulanış bakımından oldukça zordu.


Ayrıca dünyadaki ellerim, gözlerim, kulaklarım vardı.

Bunlar ya resmi temsilcilerdi ki sefer-i kebir veya şehbender, yani büyükelçi veya konsolos idiler ya da özel temsilcilerdi ki ya istihbarat ajanı veya misyoner kılıklarında adamlardı.


Dış politikada temel amaç, imparatorluğun barış içinde yaşamasını temin etmemdi. Devletler arası rekabetin Osmanlı üzerinde yoğunlaştığı bir devirde böyle bir siyaseti uygulamak gerçekten zordu çocuklar.


Avrupa devletlerinin Osmanlı üzerinde birbiriyle çelişen çıkar ve ihtiraslarından faydalandım. Bu yüzden dış politika milletlerarası ilişkilerde yeni şartlar oluştukça değişti. 1878’den 19. yüzyıl başlarına kadarki dönemde bağımsız bir politika izledim. Hiçbir devletle devamlı anlaşmaya girmedim. Büyük devletleri mümkün olduğu kadar birbirlerinden ayırabilmek için çeşitli diplomatik faaliyetlere giriştim.


Osmanlı Devleti’nin varlığı için en tehlikeli gördüğüm İngiltere’ye karşı Rusya ile dostluk kurmaya yöneldim. Mısır’da İngiltere’nin karşısına, aynı bölge ile ilgilenen Fransa’yı çıkardım. Bu güçlerin desteğiyle ve ince hesaplarla bir denge politikası takip ederek İngiltere’nin etkisini kırmaya çalıştım. Büyük güçleri her fırsatta birbirlerine düşürmeyi dış politikasının âdeta temel unsuru haline getirip, Kuzey Afrika’da da Fransa ile İtalya’yı karşı karşıya getirdim. Berlin Antlaşması’nın ortaya çıkardığı Balkan devletlerinin Osmanlı Devleti aleyhine birleşmelerini önlemek amacıyla aralarındaki anlaşmazlıklardan faydalandım.


Müslümanlar arasında birliği sağlamak amacıyla dinî propagandalara giriştim. Bu konuda tarikat şeyhlerinden ve nüfuzlu kabile reislerinden de faydalandım. En önemli ve tecrübeli yöneticileri, Anadolu ve Suriye başta olmak üzere, Müslümanların çoğunlukta olduğu vilâyetlere gönderdim. Derler ki Halifelik sıfatını Osmanlı padişahları arasında en çok kullanan ben olmuşum.


Bu sıfatın verdiği güçle, Güney Afrika ve Japonya gibi uzak ülkelere din âlimleri göndererek İslâmiyet’in oralarda da yayılması için çalıştım. Çin’deki tesirimiz o kadar büyük oldu ki, Pekin’de benim adıma bir İslâm üniversitesi açıldı ve kapısında Osmanlı bayrağı dalgalandı. Şam’dan Mekke’ye kadar uzanan Hicaz demiryolunu inşa ettirdik. Araplar arasında başlattığım yoğun propagandalarla, ortak düşmanın, İslâmiyet’in düşmanı olan Batı emperyalizmi olduğunu ve buna karşı mücadele edilmesi gerektiğini ileri sürdüm.

Bu çalışmaların kısa sürede etkisi görülünce, Batılı diplomatlar bunu “İslâmiyet yeniden hortluyor” şeklinde ülkelerine rapor etmeye başladılar. Bunun üzerine Batılı büyük devletler, gayri müslimlere eşit muamele yapılmadığı iddiasıyla Osmanlı Devleti üzerindeki baskılarını arttırdılar. Devletin iç işlerine yaptıkları müdahaleler büyük diplomatik bunalımlara ve gerginliklere sebep oldu. Bundan dolayı, Makedonya ve Lübnan meselesinde olduğu gibi gerilemek zorunda kaldım. Bazı konularda ise sonuna kadar direttim. Bunların başında Ermeni meselesi gelmektedir. Berlin Antlaşması’nın 61. maddesine göre, Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı vilâyetlerde ıslahat yapılacaktı. Bunun Ermeni muhtariyetini doğuracağını ileri sürdüm, “ölürüm de 61. maddeyi uygulamam” derdim.


Başta İngiltere olmak üzere Batılı büyük devletlerin tehditlerine rağmen bu konuda kesinlikle tâviz vermedim. Doğu vilâyetlerinde nüfus çoğunluğunun Müslümanlarda olduğunu, Ermeniler için özel ıslahat yapılamayacağını ileri sürdüm. Bu konuda en ufak bir tâviz veren sadrazam ve nâzırları derhal azlettim. Ermeni komitacılarının hayatıma kasteden saldırılarına aldırmadım.


Ermeniler, ülkemizde yaşayan gayr-i müslim halklar arasında bizim örf ve âdetlerimizi benimsemek yönünden müstesnâ bir durumda idiler. Asırlarca “teb’a-i sâdıka” olarak vasıflandırılmışlardı. Fakat günün birinde kendilerini kullanarak siyâsî emellerine ulaşmak isteyen Ruslar’ın propagandalarına aldanarak sadâkatten ayrıldılar. İlk önce Rus tahrîkiyle başlayan Ermeni kıpırdanışları, sonradan bütün Hıristiyan batı devletlerinin alâkasını çekti ve onlar da bu ihtilâfa dâhil oldular.


Nasıl Balkanlar’da Hıristiyan unsurları bize karşı tahrîk edip ayaklandırmışlarsa, aynı şekilde ülkemizin doğusundaki Hıristiyan olan Ermenilere de önce istiklâl hevesiyle bir Ermenistan devleti kurdurup, sonra da onu kendi ülkesine katarak, bu devletin iskelesi mevkîindeki İskenderun’dan Akdeniz’e inme siyâsetini takibe başladılar. İşte Ermeni baş kaldırışın ortaya çıkmasının asıl sebebi bu Rus düşüncesidir.


Dâhî ben, Rusların, bu maksadla Ermenileri silâhlandırma faâliyetini ve bunun varacağı noktayı görmekte gecikmedim. Derhal Ermenileri toplu oldukları bölgelerden sağa sola cebrî bir sûrette göç ettirmek gibi bir tedbire baş vurdum. Fakat bu kadar mâsumâne bir hareket, Yahûdî desteği ile de beslenerek onun aleyhinde beynelmilel bir propaganda tezgahlanması şeklinde neticelendi.


Nitekim beni için Viyana’da îmâl edilerek gönderilmiş bir kupa arabasına, îmâlât esnasında uzun bir zamana ayarlanmış saatli bir bomba yerleştirildi. Bu bomba, benim Şeyhulislâm ile Cum’a namazı çıkışında mûtâd hârici üç-beş dakika ayaküstü konuşmamız sebebiyle ben daha arabaya binmeden Yıldız Câmî-i Şerîfi önünde infilâk etti. Asker, sivil birçok insan öldü ve yaralandı. Eğer Şeyhulislâm bana bir şey sormak için durdurmasaydı bende ya ölenler, yada yaralananlar arsında olacaktım. Herkesin telâşa kapıldığı o hengâmede ben Osmanlı hanedanına yakışır bir vaziyette, sükûneti muhâfaza ederek:


-“Korkmayın, korkmayın!..” diye bağırdım ve arabanın seyis mahalline oturarak ecnebî sefirlerin alkışları arasında atları kırbaçlayıp saraya döndük.


Yahidi Theodor Herzl o günlerde dünyânın en büyük zengini olan Yahûdî Roçilt âilesinin desteğini sağladı. Onun nâmına iki kere İstanbul'a geldi ve Yahûdîlerin Filistin’e yerleşip orada ikâmet eylemeleri mukâbilinde Osmanlı Devleti’nin dış borçlarını ödemek teklifini Roçilt nâmına bana arz etti.


Tehlikeyi o günlerde görüp Yahûdîlerin Filistin’de toprak satın almalarını yasakladığım gibi, onların bu emellerine muvâzaa yoluyla ulaşmalarını engellemek için de, her arâzîsini satmak isteyenin yerini şahsî paramla satın alarak “emlâk-i şâhâne” hâline getirdim. Filistin Çiflikât-ı Şâhânesi böylece vücûda gelmiştir. Bunlara ilâveten oradaki Müslüman nüfûsu da artırma yoluna gittim.


Ancak benim çelik gibi sert irâdeme çarparak redde mahkûm olması sebebiyle, Yahûdîler tarafından bütün dünyâda benim için geniş çaplı bir karalama kampanyası başlatıldı.


Yahûdîler, Filistin’e göç edip yerleşmek gibi ilk nazarda mâsumâne görünen arzularının benim tarafımdan mutlak bir sûrette redde mahkûm olduğunu gördükten sonra artık beni bertaraf etmedikçe emellerine ulaşamayacaklarını düşündüler. Bundan dolayıdır ki, önce İstanbul’da ve sonra da Yahûdî muhiti Selânik’te boy gösteren İttihat ve Terakkî cemiyetini kurdurarak vatanın bir kısım bedbaht evlâdlarını kesif bir propaganda sisinde boğdular. O derecede ki, bu haksız ve mesnetsiz iftiraların te’sîri, birçok iyi niyetli kimselere kadar uzandı. Maalesef birçok iyi niyetli kimseler dahî, o günün getirdiği gaflete dûçâr oldular. Tabii bunları çok sonra öğrendim.


Bu kampanya sebebiyledir ki, benim için haksız ve mesnetsiz bir sûrette kızıl sultan lakabı, meşhur ve harcıâlem bir hâle getirilmiştir. Çok yazık ki, Yahûdîlerin îcâd edip Ermenilere armağan ettikleri bu iftirâ, böyle ecnebî kimselerden ziyâde vatanın o gün bugündür birçok talihsiz Türk asıllı nesilleri arasında da revaç bulmuştur. İşte beni de en çok bu züer. Halbuki ben, otuz üç senelik saltanatım boyunca hiç kimsenin burnunu kanatmamış, ancak ana ve babasını öldürmüş olan bir cânî dışında normal mahkemelerce verilen îdâm cezâlarını bile tenfiz ettirmedim, bana suikast yapan bir haremağasını ve hattâ ermeni Jorris’i dahî afvettim (fazîletli bir şahsiyettir) .


Bu karışık iç bünyeye rağmen halkın huzûru ve ülkenin selâmetini sağlayabilmek için (bugünkü modern devletlere bile örnek olabilecek derecede mükemmel) bir «istihbarat teşkilatı» kurduk. Bu teşkilâtta, bana karşı bombalı bir suikasti gerçekleştirmiş bulunan ermeni asıllı Jorris’i dahî (zekâsının büyük bir mahsûlü olarak) bir istihbârât elemanı gibi kullandım. "


-"Efendim bu tam bir şâyân-ı dikkattir."


-"Teveccühünüz evlat. Hattâ İngilizler’in Madrid büyükelçileri vefât ettiğinde, onun açılan çelik kasalarında benimle muhâbere hâlinde bulunduğuna dâir çeşitli vesîkaların ortaya çıkması, İngilizleri bu istihbârâtın kuvvet ve şümûlü hakkında dehşete sevketmiştir.


O kadar istihbaratım vardı ki tahttan indirildikten sonra azılı muhâlifleri tarafımdan Çırağan Sarayı’nın yakılmış bulunması da, bu müthiş istihbârât teşkilâtı ile alâkalıdır. Zîrâ bu sarayın bodrum katları, lebâleb bana verilmiş jurnallerle doluydu ve hiç şüphesiz ki saray, onları yok etmek için yakılmıştı. Çünkü bu jurnaller, İttihat ve Terakkî’nin ileri gelenlerini birbirine düşürecek mâhiyetteydi. Sathî bir nazarla bakıldığında bile bunların, birbirleri aleyhine bana jurnallik ettikleri kolayca anlaşılmaktadır.


Bu jurnal keyfiyeti dolayısıyla da bana muhâlif olanlar tarafından haksız ve çirkin bir sûrette itham edilegelmiştim. Gûyâ beni, ulu orta verilmiş saçma-sapan jurnallere dayanarak birçok insanı sürgüne gönderdiğimi pek çok yazılıp söylenmiştir.


Ayrıca bu jurneler dışında başta Yıldız Sarayı'na çok kapsamlı bir kütüphane yaptırmıştım. Yabancı dillerde yazılmış eserler, gazeteler, romanlar, hikayeler, seyahatnameler gibi eserler kütüphanede yer almıştır.


Ve kütüphane dışında İstanbul olmak üzere imparatorluğun çeşitli şehirlerinin önemli fotoğraflarını ihtiva eden çok değerli bir albümler koleksiyonu hazırlattım. "


Size Not verelim :


Sultan II. Abdülhamid Han’ın kütüphanesinde günümüze ulaşan 4500 adet eser vardır. İstanbul büyük şehir belediyesine ait Atatürk Kitaplığındadır.


Yıldız Fotoğraf Koleksiyonu ise, 918 albüm içinde 36.585 kare fotoğraftan oluşan dünyanın en zengin görsel arşivlerinden biridir. II. Abdülhamid döneminde çekilen fotoğraflardan oluşan Yıldız Fotoğraf Koleksiyonu; İstanbul’un, Osmanlı topraklarının ve neredeyse tüm dünyanın eski bir tapusu niteliğindedir. Döneme ait mimari ve sosyal dokuyu yansıtması bakımından da birer hazine değerinde olan fotoğraflar çok zengin bir çeşitliliğe sahiptir.


Cumhurbaşkanlığı himayesinde, İstanbul Üniversitesi ve TBMM Genel Sekreterliği (Milli Saraylar) işbirliği ile yürütülen ‘Sultan II.


Abdülhamid Han Fotoğraf Albümleri Projesi’, araştırmacıların bu değerli koleksiyonunun fotoğraflarına ait hem meta dataları hem de fotoğraf içeriklerini birlikte sorgulayarak hızlı ve güvenli bir şekilde erişebilmeleri amacıyla gerçekleştirilmiştir.


Ayşe merakla o Ulu Hakana bakıp aklındaki soruyu sordu.


-"Peki başka ne yaptınız? Çok şey duyduk lakin bazılarını aktarsanız. Misal dünyada o dönemde açılan ilk çocuk hastahanesi."


-"Şişli Etfal Hastahanesi ve kendi paramla yaptırdığım Haydarpaşa Tıbbiyesi ile bir kısım masraflarını kesemden karşıladığım Dârülaceze. Bence sağlık ve sosyal yardım alanlarında attığım önemli adımlardır.


Bütün memlekette ticaret, ziraat ve sanayi odaları da yine benim zamanında açıldı. İlk defa “tahrîr-i nüfûs” teşkilâtı kurularak, memlekette insan gücü ve mal varlığının istatistikî bir şekilde her yıl düzenli olarak tesbitine çalışıldı."


Şu tartışma çok oluyor. Neden erkeklerin ve hayvanların sayımı oluyorda, kadınların olmuyor?


SubhanEllah! Efendiler,

Kadınlar bizim evimizin sultanlarıdır, hanımefendileridir. Savaşa katılamazlar ki, savaşçı gücünü tespit edilsin. Hayvan derecesinde değil ki hamallık gücünü tespit ettirilsin. Efendim siz bu cahilce düşüncelere aldanmayınız! Bu ahmakların yaptığı gibi kadınlarla, hayvanları bir tutmayın! Ayaklarının altına Cennet serenilen kadınlarımızı böyle içi boş hurafelerle alçaltmayınız! Söyleyecek çok söz varda lakin biz devam edelim bakalım bu dehası dillere destan Padişahımızın sözlerine.


-"Önemli özelliklerimden biri de Türklük şuuruna sahip olmam idi ve İslâm cemaatleri içinde en güvendiğim unsur da Türklerdi. Bu yüzden dış Türklerle yakından ilgilendim. Daha saltanatımın ilk yıllarında Buharalı büyük Türk âlimi Şeyh Süleyman Efendi’yi Türkler ve Türkmenlerle temas etmek üzere resmî vazife ile Orta Asya’ya gönderdim. Peşte’de toplanan Turan Kongresi’nde de beni yine Süleyman Efendi temsil etti. Azerbaycan’da Türkçe öğretimini yasaklayan İran şahı nezdinde teşebbüse geçerek Türkçe’nin yeniden öğretim dili olmasını sağladım. Öte yandan Söğüt’ü imar ettik; buradaki Osmanlı Devleti’nin kurucuları Türk büyüklerinin türbe ve mezarlarını tamir ettirdik. Bölgede yaşayan ve “öz hemşerilerim” dediğim Karakeçili aşiretinden iki yüz kişilik bir Söğütlü Maiyet Bölüğü kurdum.


Komşu devletlerin yeni bir müdahaleye hazırlanmaları üzerine Makedonya’da bir araya gelmiş olan bazı Türk subayları bana Kânûn-ı Esâsî’yi ilân etmeye zorladılar. Yeni bir kânûn-i esâsî hazırlatıp tatbik etmeyi zaten düşünüyordum. Fakat gayet buhranlı ve ihtilâl hazırlıklarının yapıldığı karışık bir ahvâl içinde buna fırsat bulamamıştım. Mecbûren eski kânûn-i esâsîyi 23 Temmuz 1908’de (anayasayı) tekrar yürürlüğe koyduğumu ilân ettim. II. Meşrutiyet adı verilen bu olay, beklenenin aksine imparatorluğun maalesef dağılmasını daha da hızlandırdı.


17 Aralık 1908 günü bizzat benim açtığım mecliste Türk mebuslarının sayısı diğer unsurlardan azdı. Benimde öteden beri korktuğu husus bu idi. Nitekim daha meclisin açılışının ilk günlerinde hıristiyan unsurlar millî gruplar halinde mücadeleye geçtikten başka, Arap ve Arnavut gibi Müslüman unsurlar da çok geçmeden Türkler’e yüz çevirmeye başladılar. Meclis-i Meb‘ûsan muhtelif Osmanlı milliyetlerinin Türklüğe karşı mücadele sahnesi haline geldi.


22 Nisan 1909 Perşembe günü âyan reisi eski sadrazam Said Paşa’nın başkanlığında Meclis-i Umûmî-i Millî adıyla gizli bir toplantı yapıldı. Hareket Ordusu lehinde bir beyannâme neşredildi. Benim hal‘ime(tahttan indirme) ilk önce bu toplantıda karar verilmişse de karar gizli tutulmuş.


Bu sırada Sadrazam Tevfik Paşa’ya saltanatı kardeşime bırakabileceğimi, ancak bir komisyon kurularak 31 Mart Vak‘ası’nda dahlinin olup olmadığının ortaya çıkarılmasını istedim. Tevfik Paşa bunu Said Paşa’ya bildirdiğinde Said Paşa, “Eğer temize çıkarsa bizim halimiz ne olur” diyerek karşı çıkmış.


Bana sadık olan Birinci Ordu ile, Hareket Ordusu’na karşı konulması hususunda yapılan teklifleri kabul etmeyerek, Müslümanların halifesi olduğumu ve Müslümanı Müslümana kırdıramayacağımı söyledim. Bunlarla kalmayıp Topçu feriği Hurşid Paşa ile Dersvekili Hâlis Efendi’yi Hareket Ordusu’na göndererek meşrutiyetin korunduğunu bildirdim. Birinci Ordu kumandanına da Hareket Ordusu’na karşı koymamaları konusunda askere yemin ettirmesi tâlimatını verdim. İşte bunun üzerine İstanbul’a giren Hareket Ordusu kısa sürede şehre hâkim oldu.


31 Mart’ta meydana gelen ve Otuz bir Mart Vak‘ası bu olay, 13 Nisan 1909’da Taşkışla’daki Avcı taburları efradının, subaylarını hapsettikten sonra Sultanahmet Meydanı’nda toplanmalarıyla başladı. Bir gün sonra Ermeniler Adana’da büyük bir ayaklanma çıkartarak pek çok Türk’ü katletti. İstanbul’daki olaylar on bir gün kanlı bir şekilde devam etti. Nihayet Selânik’ten gelen Hareket Ordusu’nun 23-24 Nisan 1909 gecesi İstanbul’a girmesinden sonra bastırıldı.


Yeşilköy’de toplanan ve benim hal‘ime karar veren Meclis-i Millî âzaları, asayiş sağlandıktan sonra 26 Nisan 1909 günü İstanbul’a dönerek, ertesi gün Ayasofya civarındaki binasında tekrar Meclis-i Umûmî-i Millî adı altında toplanmış. Meclis 240 mebus, otuz dört âyan olmak üzere toplam 274 kişiden oluşmakta idi. Hal‘ fetvasının ilk müsveddesini sarıklı mebuslardan Elmalılı Hamdi Efendi [Yazar] yazmış. Fetvada benimle, icraatlarımla bağdaşmayan asılsız ve mesnetsiz iddialarda bulunuluyordu.


Nitekim fetvayı imzalamak üzere meclise davet edilen Fetva Emini Hacı Nûri Efendi bu fetvayı okuduktan sonra imzalamaktan çekinmiş. Sebebi kendisine sorulduğunda da fetvada padişaha yani bana isnat edilen üç önemli suçu benim işlediğimin kanaatinde olmadığını söylemiş.


Bunlar ise, Otuz bir Mart Vak‘ası’na sebep olmak, dinî kitapları tahrif ettirmek ve yakmak, devlet hazinesini israf etmekti.


Son derece dürüst ve metin bir kimse olan Nûri Efendi, bana saltanattan feragat etmemin teklifinde bulunulmasının daha doğru olacağını ileri sürmüş. Bunun üzerine fetvanın son kısmı değiştirilerek hal‘ veya feragat şıklarından birinin tercihi meclise bırakılmış.


Hacı Nûri Efendi buna rağmen bana isnat edilen suçlamalardan dolayı fetvayı imzalamamakta diretti. Hatta istifa ettiğini dahi söylemiş. Nihayet, sarıklı mebuslardan Mustafa Âsım Efendi, Hacı Nûri Efendi’yi ikna etmiş. Şeyhülislâm Ziyâeddin Efendi tarafından imzalanarak hukukîleşen fetva mecliste okununca, mebusların bir kısmı derhal hal‘ime karar verilmesi yönünde bağırmaya başlamışlar.


Tabii bunların hepsini çok sonra öğrendim.


Sonra Meclisin hal‘ kararını bana tebliğ etmek üzere seçilen heyet, âyandan Ermeni Aram, Bahriye feriği Laz Ârif Hikmet, Selânik mebusu Yahudi Karasu ve Draç mebusu Arnavut Esad Toptani’den oluşmaktaydı.


Neden geldiklerini bilmekteydim elbette ama kendilerinin lafa başlamalarını bekledim.


Bunun üzerine Draç Mebusu Esad Toptanî iki adım ileri atar.

–'Biz Meclis-i Mebusan tarafından geldik. Fetva-i şerife var. Millet seni azletti (görevden aldı). Amma hayatın emindir (güvencededir)'


Bende bu sözü heyecanına bağışlar ama düzelttim:

–'Zannedersem hal' etti (tahttan indirdi) demek istiyorsunuz."


Öyle ya, padişah bir memur değildir ki azledilsin.


Besbelli Padişahın şahsını tahkir maksadıyla yapılmıştı bu kelime oyunu. Tıpkı tahttan indirilmiş Sultan Abdülaziz'i, iki kurenasıyla laubali vaziyetteki fotoğrafını çektirerek tahkir etmek istedikleri gibi Sultan Hamid'i de bu kelimeyle vurmak istemişlerdi.


-"Ardından devam ettim: 'Pekala buna gösterilen sebep nedir?' dedim. Ardından fetva okundu.


Bula bula tahttan indirilmem için güya üç büyük suç işlemişim:

31 Mart’a sebep olmak, Kuran yaktırmak ve israf suçları bulmuşlardı ya İslam'ın yaşaması için ömrümü heder etmiş bir Sultana şer'i meseleleri dinî kitaplardan çıkarmak ve dinî kitapları yasaklayıp yakmak gibi bir şenaat yakıştırılıyordu.


Yöneltilen suçlar inandırıcı değildi. Benim 31 Mart’ı engellemek için gösterdiğim çabayı neredeyse tüm İttihatçılar biliyordu.


Olacak şey değildi. Kur'an-ı Kerim'i, Sahih-i Buhâri'yi, Şifa-i Şerif'i on binlerce nüsha bastırıp dağıttıran Sultan şimdi onları yakmakla suçlanıyordu, öyle mi?


Lakin mesele başkaydı çocuklar. Yaktırdığım, yasaklattığım kitaplar yok muydu? Vardı da, onlar ya yanlış harekelenmiş Kur'an-ı Kerim'ler veya içine uydurma rivayetler katılmış hadis kitapları yahut Osmanlı Hilafetinin meşru olmadığını ileri süren İngiliz veya Rus kaynaklı propaganda kitaplarıydı.


Ne yani, Sultan olan ben hatalı basılmış Kur'an-ı Kerim'leri hamam külhanlarında yaktırmayıp sevabına halka dağıttırsa mıydım?


–'Ben hangi şer'i kitabı yakmışım?'

diye bağırıp yüksek sesle arkasından da tarihin alnına şu sözleri kazıdım:


–' Ben 33 sene millet ve devletim için, memleketimin selameti için çalıştım. Hakimim Allah ve beni muhakeme edecek de Resulullah'tır. Bu memleketi nasıl buldumsa öylece teslim ediyorum. Hiç kimseye bir karış toprak vermedim. Hizmetimi ancak Cenab-ı Hakk'ın takdirine bırakıyorum. Ne çare ki düşmanlarım bütün hizmetime kara bir çarşaf çekmek istediler ve muvaffak da oldular.'


Ve şu sözü ekleyerek salondan çıktı:

'–Bu memleketi benden sonra 10 sene idare etsinler, 100 sene idare etmiş sayacağım."


Ayrı bir not :

27 Nisan 1909 ile Osmanlı'nın teslim olduğu 31 Ekim 1918 arasında sadece 9,5 yıl vardır ve ne acıdır ki 10 sene tamamlanmamıştır! Biz devam edelim


-"Meclis-i Millî’ye Çırağan Sarayı’nda oturmak istediğimi bildirdiğim halde, Hareket Ordusu’nun artık diktatörce davranan kumandanı Mahmud Şevket Paşa, el çabukluğuyla beni tahtından indirttiği gece bizleri Selânik’e gönderdi. Eşyamı dahi alamadan birkaç bavulla gece yarısı Yıldız Sarayı’ndan çıkarılıp, ailem ve maiyet efradımdan oluşan otuz sekiz kişi ile Sirkeci’den özel bir trenle Selânik’e götürüldük.


Çoluk-çocuk bütün âile efrâdı günlerce aç bırakıldık. “Şahsî mülkler”im millîleştirildiği (!) gibi, menkul servetim de tamamen elimden alındı. Hareket Ordusu İstanbul’a geldiğinde benim tahttan indirilmemle birlikte Yıldız Sarayı’nı tamamen yağmalayarak zenginleşmiş bulunan subaylar, bir de bu sürgün hâdisesinden sonraki yağma ile “orduya hediye” (!) adı altında âdetâ büyük bir servete kondular.

Bunları çok sonra öğrendim.


Selânik’te Alâtini Köşkü’ne vardığımızda ne bir yatak, ne de eşya vardı. Yalnızca ayanımıza aldığımız bir kaç parça eşya vardı. Köşke yerleşip, orada vaktimi marangozluk ve demircilikle geçirdim.


Ben saltanatta iken, Bulgar kilisesinin Rum Patrikhânesi’nden ayrılmasından beri Balkan devletleri arasında devam eden kilise mallarının aidiyeti konusundaki anlaşmazlıktan faydalanmış ve bunların Osmanlılar’a karşı ittifak oluşturmalarına engel olmuştum. Fakat İttihatçıların, 3 Temmuz 1911 tarihli bir kanunla, kilise ve mekteplerin düzenleyip ihtilâf kaldırdılar ve Balkan milletleri, Osmanlı Devleti’ne karşı birleşerek Balkan savaşlarını başlattılar.


Bana gazete verilmediği için hiçbir gelişmeden haberdar olamadığımdan, düşmanın Selânik’e yaklaşması üzerine İstanbul’a nakledilmeme karar verilmiş. Durumu beni almaya gelen heyetten öğrendiğimde, Balkan ittifakına ve bu ittifaktan hükümetin haberdar olmamasına hayret ettim. Dört Balkan devletinin ittifakını duyar duymaz :


'–Gâlibâ siz kiliseler mes’elesini hallettiniz!..' diye hicranla haykırdım.


Ardından bunu bana haber veren Rasim Bey’e büyük bir öfke ile:


'–Râsim Bey! Râsim Bey!.. Selânik demek, İstanbul’un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede?.. Ecdâd kanlarıyla sulanan bu toprakları nasıl terk ederiz? Biz buraları bırakıp gidersek, târih ve ecdâd bizim yüzümüze tükürmez mi?.. Birâderim Hazretleri, buranın tahliyesine râzı mı oldular? Nasıl olur? Hayır, ben râzı değilim!.. Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın! Bana bir tüfek verin, asker evlâdlarımla beraber Selânik’i son nefesime kadar müdâfaa edeceğim...Ben de bir silâh alır, askerle birlikte memleketimi müdafaa ederim; ölürsem şehid olurum... ' cevabını verdim ve devleti bu duruma düşürenlere beddua ettim.


Fakat Sultan Reşâd’ın selâmı ve ricâsı iletilince, bir Osmanlı hânedânı mensûbu olmanın mes’ûliyeti ile Pâdişâh’ın irâdesine boyun eğmek zorunda kalarak İstanbul’a nakledilmeyi kabul ederken, büyük bir teessür içindeydim.


İstanbul’a gündüz çıkmak şartıyla Selânik’ten ayrılmayı kabul edip, İstanbul’dan gönderilen Alman sefâretine ait Loreley savaş gemisiyle 1 Kasım 1912’de getirilerek Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirildim.


Çanakkale Savaşı esnasında düşman donanmasının Marmara denizini geçebileceği endişesi ile tedbir olarak pâdişâh ve hükûmetin Eskişehir’e nakli kararlaştırılmıştı. Durumdan haberdar olunca bunu büyük bir cesâret ve şecâatle reddederek:


'–Ben Fâtih Sultan Mehmet Han’ın torunuyum!.. Hiçbir zaman Bizans imparatoru Kostantin’den aşağı kalamam! Dedem Fâtih İstanbul’u alırken, Kostantin askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Birâderim nereye giderlerse gitsinler.. Fakat bilinmelidir ki, o ve hükûmet, İstanbul’dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben, Beylerbeyi Sarayı’ndan ayağımı dışarıya atmam!' dedim.


Nitekim benim bu kararlılığım karşısında pâdişâh ve hükûmet İstanbul’da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılması önlenmiş oldum.


Benim, artık Yahûdî güdümüne girmiş bulunan İngiliz siyâsetine karşı Almanları tahrîk etmemin mâhiyyetini anlayamayan İttihatçılar, Balkan Harbi’ni müteakıben ortaya çıkan I. Cihan Harbi’ne de Almanlar’ın yanında girmek ahmaklığını gösterdiler. Hem de bir Yahûdî oldu bittisi ile...


Henüz Balkan Harbi fâciasının yaraları sarılmamışken sırf Almanların yükünü hafifletmek maksadıyla Osmanlı Devleti’nin hazırlıksız bir surette harbe dâhil olması, yıkılışın en korkunç âmili olmuştur.


Harbin sonu belli olmaya başladığı hengâmede, beni devirmekle hatâ ettiklerini nihâyet anlayabilen İttihat ve Terakkî reisleri Enver ve Talat Paşalar, artık Beylerbeyi Sarayı’nda ikâmet etmekte bulunan tahttan indirilmiş eski Pâdişâh’ı ziyâret edip fikrimi sordular.


Bir atlas getirterek onlara, İngiliz sömürgelerini gösterttim. Nüfûslarını yekûn ettirdim. Sonra Almanların sömürgelerini sordum. Tabii Almanların sömürgesi olmadığı ortaya çıktı. Keder dolu bir hüzünle:


'–Şu hesâbı da mı yapamadınız?! Hiç İngiltere’ye karşı Almanların yanında harbe girilir miydi? Ben Almanları, İngiliz emellerini dengelemek için kullandım. Bundan öteye bir şey düşünmedim. Şimdi fikrimi soruyorsunuz!.. Bu evvelce gerekliydi; artık çok geç!.. Artık verebileceğim hiçbir fikir ve tavsiye edebileceğim hiçbir tedbir kalmadı, devletin daha savaşa girdiği gün yıkıldı. Dünya denizlerine hâkim devletlere karşı, kara devleti Almanya ve Avusturya yanında savaşa girişilmiş olmanın çok büyük bir sorumsuzluk.' dedim.


İkisi de nemli gözlerle sarayı terk ederlerken:


' –Bizler böyle bir sultanın kıymetini takdîr edemedik! Ne büyük bir hatâya düştük!..' diyorlardı.'"


İşte bir Padişahın hayatı, dehası, çileleri bunlardı. Abdülhamid’in kıymeti bu dönemde daha iyi anlaşıldı. Saltanatı döneminde aleyhinde bulunan pek çok aydın onun lehinde yazılar yazmaya başladı.


Sizlere Sultan II. Abdülhamid Han'ın duâsını takdim ediyoruz.


“Allah’ım helal etmiyorum! Şahsımı değil, milletimi bu hale getirenlere, hakkımı helal etmiyorum! Beni, benim için lif lif yolsalar, cımbız cımbız zerrelerimi koparsalar, sarayımı yaksalar, hanümanımı, hanedanımı söndürseler, çoluğumu gözümün önünde parçalasalar helal ederdim de Sevgilinin (Muhammed) yolunda yürüdüğüm için beni bu hale getiren ve milletimi ateşe atan insanlara hakkımı helal etmem…”


Çocuklar üzgünce ve o yüce gönüllü padişahın görmenin sevinci ve heyecanı ile evlerine geri döndüler. Depodan çıkarken Ahmet'in aklına bir şey geldi.


-"Ayşe var mısın birlikte Muhsin dedeyi sevindirelim?"


-"Nasıl olacak abi?"


-"Yanına gidip, ona Sultan ikinci Abdulhamid Han'ın dış görünüşünü ona anlatmak bence çok sevinir hasta yatağında."


-"Evet abi çok güzel olur. Hem Muhsin dede bir Osmanlı ve Sultan ikinci Abdulhamid Han aşığı biridir."


Birlikte eve girmeden annelerinden izin alıp, bugün hasta ziyaretini yaptıkları eve varıp, Muhsin dedeye gördüklerini anlattılar.


—“Sultan Abdülhamid, Osmanlı ailesinin bütün özelliklerini taşımaktaydı.


İri burunlu, parlak ve iri gözlü idi.


Soğukkanlı fakat vehimli bir mizaca sahipti.


Yürürken ve otururken biraz öne doğru meylederdi.


Titrek fakat kalın bir sesi vardı; çok dinler, az konuşurdu.


Kendisiyle konuşanlara saygı telkin eder, herkese karşı nazik davranırdı.


Hoşlanmadığı kimselere bile güler yüz gösterir ve sevmediğini belli etmezdi.


Karşısındakinin duygu ve düşüncelerini sezmekte mâhirdi.


Herkesin gönlünü almasını iyi bilirdi.


Fevkalâde bir zekâya ve hâfızaya sahipti. Bir kere gördüğü veya sesini işittiği kimseyi asla unutmazdı.


İradesi kuvvetli, fikir ve kararlarında istiklâl sahibi, tehlike karşısında metanetli idi.


Anne ve babasının veremden ölmüş olmaları, onu genç yaşından itibaren temkinli yaşamaya sevk etmişti.


İçki içmez, her türlü sefahatten uzak durur, sade bir hayat yaşardı. Ölünceye kadar her sabah ılık su ile duş yapmayı alışkanlık haline getirmişti.


Jimnastiğe meraklı olup kılıç ve tabanca kullanmakta mahir idi.


Batı müziğinden, opera ve tiyatrodan hoşlanırdı.


Çalışmayı sever ve düzenli bir program uygulardı.


Devlet işlerini her şeyin üstünde tutar ve önemli haberler alındığında uykusundan dahi uyandırılmasını isterdi.


Devlet işlerinde değişik karakterdeki kimselerden faydalanmayı iyi bilir ve onlara mizaçlarına uygun hizmetler verirdi.


Önemli devlet meselelerinde karar vermeden önce değişik fikirdeki devlet adamlarının görüşlerini alır, hatta bazen zıt görüşlü kimseleri huzurunda münakaşa ettirir, daha sonra kesin kararını verirdi.


Sorumluluk taşıyan kararlarda konuyu meclise havale eder ve kararın oradan çıkmasını sağlardı.


Sultan Abdülhamid halifelik makamına yakışır iffet, haysiyet, vakar ve namus timsali bir kimse idi.


Dindardı, hayır yapmasını severdi.


Kan dökülmesinden asla hoşlanmazdı. Otuz üç yıllık saltanatı süresince imzaladığı ölüm fermanlarının sayısı birkaç taneyi geçmez. Kimsenin rızkına mâni olmak istemez, yurt dışına kaçan veya sürgüne gönderilen siyasî muhaliflerine dahi maaş bağlatırdı.


10 Şubat 1918 Pazar günü Beylerbeyi Sarayı’nda soğuk algınlığı ve mide rahatsızlığından vefat eden

Abdülhamid’in cenazesi Topkapı Sarayı’na nakledilerek teçhiz ve tekfini orada yapıldı. Sultan Reşad’ın iradesiyle, ölümünün ertesi günü padişahlara mahsus muazzam bir törenle Divanyolu’ndaki dedesi Sultan II. Mahmut’un Türbesine defnedildi."


Kızıl Sultan, dediler, Gaddar Türk dediler ona, Zalim, Despot. Firavun, Hain Halife, “Kur’an düşmanı” yaftala­rının birini çıkarıp öbürünü taktılar boynuna. Üstelik hepsi bu kadar değil. Küfür ve hakaretleri ise hiç saymıyoruz. La­kin bu millete yine de onu unutturamadılar. Ve unutturamayacaklarda.


Bir güneş battı.

Hiç doğmamak üzere.

Lâkin ardından binlerce yıldız bıraktı. Yolundan giden yıldızlar.

O yıldızlar ki,

O güneşi unutmamak ve unutturmamaktadır.

O yıldızlar ki

Yarım kalan yolu tamamlamaktadır.

Selâm olsun o güneşin ardından giden yıldızlara.


* * * * * *



Kaynaklar :


1) https://kutuphane.istanbul.edu.tr/tr/content/iu-sanal-kutuphaneleri/ii.-abdulhamid-han-fotograf-albumleri-koleksiyonu



2) https://www.yenisafak.com/yazarlar/mustafa-armagan/sultan-abdulhamidi-tahttan-nasil-indirmislerdi-2031176



3) https://www.biyografya.com/biyografi/13950



4) https://www.yeniakit.com.tr/biyografi/sultan-ii-abdulhamid



5) https://islamansiklopedisi.org.tr/abdulhamid-ii



6) https://www.islamveihsan.com/sultan-2-abdulhamit-kimdir.html


Comments


Yazı: Blog2_Post
bottom of page