top of page

AKAİD İLMİNİN KURUCULARINDAN: İMAM MATURİDİ (RAHMETULLAHİ ALEYH)

Sabah kahvaltı esnasında Ahmet'in uzun süredir aklında bulunan bir konuyu amcası ile konuşmak istedi ve söze başladı.


-"Amcacığım, aklımda uzun süredir bir konu var ve beni rahatsız ediyor."


-"Nedir Ahmet?"


-"Dedemin değerli kütüphanesinin depoda olması."


-"Açıkçası beni de rahatsız ediyor. Ama ne yapabiliriz ki? Malum bizim evde pek yer yok."


-"Benim aklımda güzel bir proje var. Anlatayım mı?"


-"Tabii anlat bakalım merak ettik şimdi."


-"Dedemin kütüphanesini alıp köy meydanında Halk Kütüphanesi yapalım. Böylelikle köydeki bütün çocuklar bu güzel kitaplardan yararlanabilirler."


- "Evet bu çok güzel bir fikirmiş. Neden daha önce benim aklıma gelmedi? Yalnızca çocuklar değil gençlerde, yetişkinlerde istifade ederler. Muhtarlığın yan tarafında büyük bir salon gibi bir şey var. Daha önce başka şeyler yapacaklardı yarım kaldı o projeler.


Muhtar şuan köyde değil en geç yarın gelir. Geldiğinde onunla konuşuruz."


- "Gerçekten mi? "


- "Evet gerçekten. Ama önce gel gidip kitaplara bakalım, hazır işe gitmeme vakit varken."


Birlikte depoya giderken Ayşe de peşlerinden gitti. Birden Ahmet'in aklına sandık geldi. Acaba amcam görür mü, fark eder mi? İçini kemiren düşünceler sardı. Sonra Ayşe'ye işaret etti, önden gidip sandığın etrafını kapatmasını istedi.


Ayşe oyun oynuyor gibi yapıp "ilk önce ben gideceğim" diye koştura koştura deponun içine gitti. Tabii Ahmet'te amcasını oyalamaya başladı. 


Amcacığım bu hangi ağaç, bunu ne zaman diktiniz, acaba buraya başka ağaç gelse miydi diye bir sürü soru sordu. Ayşe'nin deponun kapısının önünde bulunduğunu görünce daha fazla oyalamamaya karar verip içeri girdiler.


Ahmet her kütüphaneye baktığında en üst rafta 18 ciltlik bir kitap görüyordu. Aklına acaba nasıl bir kitap diye geçirip duruyordu ve böyle bir fırsatı değerlendirip amcasına sordu.


-"Amcacığım." işaret edip "bu kitaplar nedir?"


Amcası uzanıp başta olanı Ahmet'e verdi. Bir cildi eline alıp ilk sayfasını açarken amcasının sözlerini duydu,


-"Elindeki, “Kuran”ın tefsiri ile ilgili olarak “Te’vilat ül-Kuran” adlı tefsir kitabında ilk kez dirayet metodu kullanılan kitaptır.


Yazarı ise Şeyh, İmam, Şeyhülislâm, İmâmü'l-Hüdâ, Alemü'l-Hüdâ, Reîsü Meşâyihi Semerkand, İmâmü'l-Mütekellimîn, Musahhihu Akaidi'l-Müslimîn, İmâmü Ehli's-sünne. İmamı Maturidi Râhmetullahi aleyh."


-"O kim amca?"


-"Çocuklar, Amel de dört hak Mezheb, Akaidde Ehli sünneti temsil eden günümüze kadar gelen en pak ve temiz olan iki mezhep vardır. Bunlar Maturidiyye ve Eşariyye'dir. Aralarında ince ve küçük konularda ayrılık olsa da genel olarak bir ihtilaf söz konusu değildir.


Matüridilik ve Eşarilik birbirinden bağımsız ve farklı coğrafyalarda, neredeyse aynı dönemlerde iki ayrı akım olarak doğmuş ve bu akımların mensupları kendilerini ehl-i Sünnet olarak adlandırmışlardır. Zamanla bu iki mezheb mensupları karşılaştıkça birbirlerini tanımışlar ve münazaralar dahi yapmışlardır.


Daha sonraki asırlarda ise 'ehl-i Sünnet'in itikatta iki imamı ve mezhebi vardır. Birisi İmam Matüridi ve mezhebi, diğeri de İmam Eşari ve mezhebidir' anlayışı yerleşmiştir.


Bu elinde tutuğun ise İmâm-ı Maturidi'ye aittir. Ve diğer başka bir kitabı olan Kitâbü’t-Tevhîd adlı eseri Sünnî kelâmının klasiklerinden biri haline gelmiştir."


-"Merak ettim acaba hayatı nasıl?" Tabii Ahmet bunu içinden sandığa gitme planları yaparken söyledi.


-"İmâm-ı Mâtürîdî'nin hayatı, eserleri, görüşleri, öğrencileri ve çağdaşları hakkında bilgi verdiği bilinen en eski kaynak Ebü'l-Muîn en-Nesefî'nin Tebṣıratü'l-edille'sidir. Ama şuan bu kitap bir arkadaşımda. Bende size aklımda kaldığı kadarıyla anlatayım. Kitap elimize geçerse tekrardan sizlere okurum. Olur mu çocuklar?"


-"Tabi olur amcacığım."


-"O, İslâm'a çok değerli hizmetler vermiş öncü İslam alimlerinin başında gelir.

İmam Maturidi, hicri 238/miladi ise 852’te Mevaraünnehir’de bulunan Semerkand’ın Maturid kasabasında doğmuştur.


Maveraünnehir'de Ehli Sünnet'e nisbet edilen Kelam ekolünün kurucusu ve mümessilidir."


-"Mümessil nedir amca?"


-"Yani temsilci demek. İmâm-ı Mâtürîdî, ilmî çevresiyle beraber Mevaraünnehir, ülkesi ve diğer İslam bölgelerinde, birçok kelamcı ve araştırmacılar, Maturidiyye diye anılan bu ehlisünnet mezhebinin asıl kurucusunun İmam Maturidi değil, İmam-ı Azam Ebu Hanife olduğunu, Maturidi’nin ise onun yazdığı akaid esaslarını akli ve nakli deliller ile destekleyerek açıkladığını ifade ederler.


Bu sebeple akaitte hanefi mezhebi, Maturidi’ye nisbet edildi. Ebu Hanife ekolünün kelamcısı, Ehli sünnet Vel-Cemaatın reisi oldu. Böylece az bir kısım hariç, hanefi olan kelamcılara Maturidiyye denildi.


İslâm'ın ve Hanefîliğin Türkler arasında yayılmasında önemli görev yapmış ve bu etkisi zaman içinde artarak devam etmiştir.


Ayrıca çocuklar, Semerkant’ta Deşt Ribâtı’nda Hızır aleyhisselâm ile görüşüp onun duasını aldığı, kerametleri bulunduğu belirtilmekte ve yaptığı duanın kabul edildiğine dair bir hadise de nakledilmektedir."


-"Yaa ne güzel. Bende Hızır aleyhisselâm ile karşılaşmak isterdim."


-"Bende isterdim abi. Beni de kat içine."


-"Tamam cimcime. Zaten sensiz olmaz bir kere."


-"Aynen öyle. Hıh." 


-"Devam edeyim mi?"


-"Evet amcacığım."


-"İmâm-ı Matüridi'nin altmıştan fazla eser ortaya koyduğu bilinmekle birlikte, bugün bunların tümü elimizde bulunmamaktadır."


-"Neden peki amcacığım?"


-"Alâeddin es- Semerkandî, İmâm-ı Mâtürîdî’nin fıkıh usulüne dair eserlerinin son derece sağlam delil ve güçlü istidlâllere dayanmasına rağmen ilgi görmemelerinden yakınır ve bunun sebebinin lafız ve mânalarının anlaşılır olmayışı veya himmet ve gayret azlığında aranması gerektiğini belirtir.


Ona göre fakihlerin Mâtürîdî’nin eserlerinde görülen kelâm tartışmalarıyla ilgilenmeyip sadece fıkha meyletmeleri yalnız fıkhî meseleleri ele alan eserlerin yaygınlık kazanmasına sebep olmuştur. Mâtürîdî’nin yaşadığı bölgenin çeşitli istilâlara mâruz kalıp dinî eserlerin tahrip edilmesi, ayrıca Mâverâünnehir’in Bağdat, Basra ve Kûfe gibi ilim ve kültür merkezlerinden uzakta olmasının eserlerinin ihmal edilmesindeki etkisinin göz önünde bulundurulması gerektiğini aktarır.


Mâverâünnehir’in batısında sağlam bir yer edinememiş olmasında Hanefîliğin ana merkezi olan Irak’ta Ebü’l-Hasan el-Kerhî, Cessâs ve Ebû Abdullah Hüseyin b. Ali es-Saymerî gibi önde gelen Hanefî âlimlerinin itikadda Mu‘tezile mezhebini benimsemelerinin büyük tesiri olmuştur.


Ayrıca zalim olduğu kesinlik derecesinde sübut bulan zamanının sultanına âdil diyen ve dolayısıyla zulmü adaletle vasıflandıran kimsenin küfre girdiği yolunda kanaat belirtmesi, Ebü'l-Kāsım el-Kâ'bî'yi zalim devlet adamlarıyla ilişki içinde olduğu için kınaması devrin siyaset ve devlet adamlarıyla münasebetlerinin iyi olmadığı için belki de ihmal edilmiştir.


Aslında Mâtürîdî İslâm dünyasında tamamen ihmal edilmiş değildir. Görüşleri ve biyografisine dair bazı bilgiler, erken dönemlerden itibaren bilhassa kendisini büyük bir otorite kabul eden Mâverâünnehir Hanefîleri’nin teliflerinde, hicri 8. / miladi 13. yüzyıldan itibaren de çok sınırlı biçimde diğer mezheplere ait eserlerde yer almaya başlamıştır.


Hicri 333/ miladi944’te Semerkand’da vefat etmiştir.


İmâm-ı Mâtürîdî, ölümüne kadar Ehl-i Sünnet çizgisinden ayrılmadı. Vefatının ardından Semerkand'ın Cakerdîze mahallesinde bilginlerin gömüldüğü mezarlıkta toprağa verildi.


Barthold, 1920’de Semerkant’a yaptığı seyahatte Çâkerdîze Mezarlığı’nda Mâtürîdî’nin türbesini gördüğünü kaydeder. Ancak bu mezarlık Sovyetler Birliği döneminde iskâna açılmış ve türbenin bulunduğu yer bir evin bahçesinde kalmıştır.


1991 yılında Semerkant’ı ziyaret eden bir grup Türk ilim adamı sözü edilen yerde türbe bulunmadığını, kabrinin üzerine beton atılıp avlu olarak kullanıldığını ifade etmiştir. Mâtürîdî’nin şimdi Semerkant’ın Siyab merkez ilçesinin İkinci Şark mahallesi Gucdüvân sokağında yer alan mezarının bulunduğu alana 2000 yılında tamamlanan yeni bir türbe ve etrafına da bir külliye inşa edilmiştir. Bugün Özbekistan Cumhuriyeti'nin sınırları içinde bulunan Semerkant'ın dış mahallesidir.


Arkadaşı ve öğrencisi Hakîm es-Semerkandî mezar taşına şu anlamda bir ibare yazdırttı:

“Burası bütün hayatını ilme adayan, gücünü ilmin yaygınlaşması ve öğretilmesi yolunda tüketen, din yolundaki eserleri övgüyle anılan ve ömrünün meyvelerini devşiren kişinin mezarıdır”


Evet çocuklar benim aklımda bu kadar kaldı. Devamını dediğim gibi kitap geldiği zaman sizlere okurum tekrardan. Yada Ahmet sen okuyabilirsin."


-“Tamam amcacığım. Teşekkür ederiz."


-"Ne demek çocuklar artık benim işime dönmem gerekiyor."


Amcaları gittikten sonra Ahmet ve Ayşem depoya doğru yürüdüler. Tabii ki her zamanki gibi çaktırmamaya çalışarak. Sandığın başına geldikten sonra içeriye girdiler makinanın başına geçip, gidecekleri tarih ve yeri yazdılar.


Tarih= 944

Yer= Semerkand’ın Dârü’l-Cûzcâniyye

Yazısını görünce tebdili kıyafetlerini giydiler.


Sandıktan çıktıktan sonra, büyük bir bina gördüler. Her köşede gruplar halinde ders yapıyorlardı. Ahmet ve Ayşe etraflarındaki güzelliği ve muhteşemliğe  kapıldılar. Ahmet, birden bir kişi ile çarpıştı o kişinin elinde bir tepsi vardı ve o kişi tepsiyi yere düşürünce büyük bir ses yankılandı. Etraftaki öğrenciler, onlara önce bakıp tekrardan derslerinin başına döndüler.


-"Sizde kimsiniz çocuklar, ne arıyorsunuz burada?"


-"Şey.. İm...Ho...Ebû Mansur hocayı görecektim." Ahmet son anda aklına gelen künyeyi söyledi. Zira daha akaitte İmâm olarak kabul görünmemişti.


-"Ne yapacaksınız onu?"


-"Efendim müsaade ederseniz yalnızca onunla konuşmalıyız."


-"Şuan derstedir ve akşama kadar belki göre bilirsiniz."


-"Şey efendim bizim o kadar vaktimiz yok. Evimize geri dönmeliyiz. "


-"Tamam o vakit beni takip edin. Bakalım müsait olur mu ?"


Birlikte yürüyerek bir kapının önünde durdular. İçeriden birinin sesi geliyordu. Yanlarındaki adam usulca kapıyı araladı. Evet çocukların karşında tüm heybeti ile o büyük İmâm talebelerine ders veriyordu. İslâm'ın Ehli's-sünnet Ve'l Cemaatin sağlam bir şekilde yayılmasına talebeler, ilim mücahidleri yetişriyordu. Ve üçü de talebeler ile birlikte dinlemeye başladılar.


"Toplumların farklı din anlayışlarına sahip bulunduğu, bunun yanında her bir grubun kendi anlayışının isabetli, diğerlerinin hatalı olduğu yolunda bir kanaat taşıdığı ve bu kanaatin atalarından kendilerine intikal ettiği hususu inkâr edilemeyecek sosyolojik bir gerçektir.


Aslında bir anlamda nakli oluşturan toplumsal kabul, tarih boyunca hem yöneticilerin hem nübüvvet iddiasında bulunanların hem de meslek ve zanaat sahiplerinin önem verdiği bir şeydir.


Akıl, kendisinin de bir parçasını teşkil ettiği evrenin sadece yok olmak (fenâ) için vücut bulmadığına, hikmet çerçevesinde bekâ hedefi gözetilerek inşa edildiğine hükmeder. Evrenin çok farklı, hatta birbirine zıt karakterde ünitelerden meydana gelmiş bir yapısı olduğu gözlenmektedir.


Özellikle nesne ve olayların birlik ve ayrılık noktalarını seçebilen akıl yeteneğine sahip insan, başka bir ifadeyle düşünürlerin “yoğunlaştırılmış evren” (el-âlemü’s-sagīr) dedikleri beşer türü sahip kılındığı mizaç, arzu ve ihtiraslarla kendi haline bırakılacak olsa fertler ve toplumlar çekişme girdabına düşer, sonuç olarak da yokluğa mahkûm olurlar.


Halbuki olağan üstü bir düzen arz eden evrenin var ediliş amacı bu değildir. Şu halde insan türünü ve bu türün içinde yaşadığı evreni yaratan yöneticinin (müdebbir) toplumları rehbersiz bırakması hikmete uygun değildir.


Bu sebeple bir yandan herkesin güvenle başvuracağı peygamberler görevlendirmiş, öte yandan onların bu konumunu belgeleyecek kanıtlar göndermiştir; bu kanıtların başında insan aklı yer almaktadır."


-"Hocam."


-"Necmettin sen mi geldin ? Sofra hazır mı?"


-"Neredeyse hazır olmak üzere. Hocam bu iki çocuk sizi görmek istiyor vaktiniz var mı?"


-"Tamam Necmeddin sofraya kurunda bu talebelerin karınları doysun. Akıllarını toplasınlar.


Gelin bakalım çocuklar."


Talebeler büyük odadan çıkarken, Ahmet ve Ayşe İmâm'ın yanına gittiler.


-"Ee anlatın bakalım neden beni görmek istersiniz?"


-"Hocam sizi görmek istedik çünkü..." Ahmet'in heyecandan konuşamadığını gören Ayşe hemen abisini yardımcı oldu.


-"Efendim biz gelecekten geliyoruz. Dedemizin kütüphanesinde sizin kitabınız vardı. Bizde abim ile sizi merak edip, sizi sizden dinlemeye geldik."


-"Gelecekten mi?"


-"Evet efendim. Hem de 2020 yılından."


- "Tamam o vakit size anlatacağım. Ama önce gidip talebeleri bekletmeyelim açlar nihayetinde. Buranın baş müderrisiyim ve burada bulunan en büyük hoca -yani şuan ben varım- sofraya oturup Besmele çekmeden başlamaz. "


- "Neden başlamazlar? "


- "Sevgili Peygamber Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında böyle yapılırmış. Sofranın bereketli olması için. Ayrıca hem sofraya otururuz, hem de size anlatırım. Aç mısınız?"


-"Ben birazcık açım. " dudaklarını büküp, abisine baktı küçük Ayşe.


- "Aslında bende biraz açım. "


- "Haydi gelin çocuklar. "


Birlikte medresenin büyük bir odasına girdiler. Burada tüm hoca ve öğrenciler sofraya kurulmuş bekliyorlardı. Beraber boş yer bulup sofraya oturdular.


"Besmele" çektikten sonra tüm sofradakiler yemeğe başladı. Biraz yedikten sonra o büyük İmâm başladı anlatmaya.


Şşşş sessiz olun ve gelin İmâm-ı Mâtürîdî Rahmetullahi aleyh ne diyor dinleyelim değerli okuyucular.


-"Tam ismim, Muhammed bin Mahmud Ebu Mansur al-Semerkandî el-Matüridî el-Hanefî’dir. Ebu Mansur el-Matüridî adı ile tanınırım."


-"Efendim bir âyetin tefsirinde künyelerin anlamları üzerinde açıklama yaparken Ebû Mansûr künyesinin örfen, evlâdı olmayan kişiye Mansûr adında oğlu olması temennisiyle verilebileceğini kaydeder."


-"Evet doğrudur evlat."


-"Peki erkek çocuğunuz olmadı mı?"


-"Hayır olmadı. Nasip.." (Kayıtlarda erkek çocuğundan bahsedilmez. Kız çocuğu olduğundan bahsedilir.)


-"Efendim Kitâbü’t-Tevḥîd’in tek yazma nüshasının sayfa kenarında bilinmeyen biri tarafından kaydedilen nota istinaden günümüzde yazılmış bazı eserlerde soyunuzun Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye uzandığı yolunda ileri sürülen iddia vardır."


-"En doğrusunu Allah Teâlâ bilir. Lâkin benim bulunduğum mahallede hep Türkler vardı. Ailemden öyle bir şey hiç duymadım. Günlük konuşmamız Türkçe, medrese ve resmi işlerde Farsçaydı. "


- "Yaaa. "


Acaba bu sebeple mi geç anlaşılmış. En iyisi sormayayım belki kırılır. Hem kendinden sonra olmuş olanlardan yalnızca tahmini bulunur.


Ahmet kendi kendine konuşurken İmâm-ıMâtürîdî anlatmaya devam etti.


-"Abbâsîler'in merkezî otoritelerinin oldukça zayıfladığı bir dönemde siyasî bakımdan hilâfete bağlı müstakil beyliklerden Sâmânoğulları'nın Mâverâünnehir'e hâkim oldukları devirde yaşıyorum.


Doğum tarihim kesin olarak bilinmemekle birlikte hocamın Rey Kadısı Muhammed b. Mukātil er-Râzî'nin 248 (862) yılında vefat ettiğine dair bilgiden hareketle 3. (9.) yüzyılın ilk yarısının ortalarında dünyaya gelmiş olabilirim.


Medine'den bir gurup Arabistanlı aileler köyüme göç etmişler. İlk Kur'ân-ı Kerîm eğitimimi onların açtığı mahalle mektebinde aldım. Merakım ve soru sormam ile talebeler arasında ön planda olup, hocalarımın dikkatini çekerdim.


Geceleri aklıma gelenleri not alıp, sabah babama sorup cevabını almadan kahvaltı sofrasını oturmazdım.


Babamın pek çok deve kervanı ve yarış atlarına sahip zengin biriydi. Küçük yaşlarda çok iyi ata binen ve hayvan bakımından anlayan kabiliyetli, dindar bir gençtim. Babamın ölümünden sonra Semerkand'a Dârü’l-Cûzcâniyye’deki hayatım başlamış oldu.


Hocalarımın silsilesi, İmam-ı Azam’ın öğrencilerinden İmam Muhammed eş-Şeybânî’nin öğrencisi Ebû Süleyman el-Cûzcânî’nin talebesi Ebû Bekir Ahmed b. İshak el-Cûzcânî, Nusayr b. Yahyâ el-Belhî ve Nîşâbur Kadısı Ebû Bekir Muhammed b. Ahmet b. Recâ el-Cûzcânî gibi hocalardan ilim tahsil ettim.


Ama öğrenimimi, henüz yirmi yaşlarımda iken hocam Ebû Bekir Ahmed el-Cûzcânî ile birlikte ulemâ reisliğini deruhte eden ve Dârü’l-Cûzcâniyye’de ders veren Ebû Nasr Ahmet el-İyâzî’den tamamladım. Kelâm ilmi olmak üzere, hadis, fıkıh, tefsir, mezhepler tarihi, cedel, usûl-ü fıkıh, Kur'an-tecvid ve diğer ilimler aldım."


-"Ben ise daha İlmihal kitabını bile bitiremedim." Ahmet üzgünce ve kendine biraz kızgınca söylendi.


-"Hiç bir şey için geç değil evlat! Nice Alîmlik makamına orta yaşlarda veyahutta yaşlılıkta başlayanlar olmuş. İlim öğrenmenin yaşı olmaz. Misal Sahabe-i Kiram Efendilerimiz Radiyellâhü anhüm ilk İslam’ı kabul ettiklerinde yaşları ilerideymiş. Onları örnek alarak ilime başlamanın, öğrenmenin yaşı olmadığını bilmeliyiz."


-"Evet efendim doğru söylediniz."


-"Her gün biraz da olsa ilim çalışınız."


-"Bende bende çalışacağım." heyecanla atılan Ayşe'ye hep birlikte tebessüm ettiler.

 

-"Hocalarımdan okuyup rivayet ettiğim İmam Azam’ın risaleleri, Akaidden, ilm-i Kelama dönüştü. Bu risaleler inanılması lazım gelen Ehli Sünnet akidesini açıklayan bilgiler idiler. Bunlarla beyan edilen akaidi, başka nakli deliller ile takviye ettim ve aklı kesin delillerle destekledim. Akaid’in teferruatını burhanlarla kesinleştirip kuvvetlendirdim."


-"Maşallah size. Nasıl yaptınız? Yani bu işin sırrı nedir?"


-"Bu işin sırrı, dinin gerekliliği konusunda ilke olarak iki bilgi kaynağından yararlanmanın kaçınılmaz olduğudur. Bunlardan biri akıl, diğeri de nakildir."


-"Vayy be."


-“Kur'ân” tefsirinde, Kitab bir tefsir kitabı olmasının yanında kelam, mezhebler, fıkıh, usul-i fıkıh, İslam dışı inanç ve akımlara dair bilgileri de mevcuttur...." Ahmet'in konuşmasını bölen İmâm-ı Mâtürîdî araya girerek,


-“Tefsîr” sözcüğü değil, “te’vil” sözcüğü olmalıdır önce bunu düzeltelim. Çünkü bana göre “tefsir”, Allah’ın kelâmından anlaşılması gereken şey hakkında kesinlikle hüküm vermektir. Fakat “te’vil”, kelimenin ihtimallerinden birini tercih etmektir. Burada Allah’ı tanık gösterme ve kendi görüşlerini Allah’ın muradı gibi sanmaya yer yoktur. Temelde mutlaklık değil, izafîlik (görecelik) söz konusudur.


Tefsîr yerine te’vil kelimesini kullanılmasını kitabımın dibacesinde şöyle izah ettim,

“Tefsir ashaba, te’vil ise âlimlere aid bir iştir. Bunun manası şudur ki Sahabe-i Kiram çeşitli meclislerde bulunmuş, birçok hâdiseye şahid olmuş ve Kur’an’ın hangi vakıa veya mevzuu hakkında nâzil olduğunu bilmişlerdir.


Binaenaleyh onların âyeti tefsir edişleri büyük ehemmiyet arz etmektedir, çünkü onlar, olup biteni görmüş ve vak’alarda hazır bulunmuşlardır. Zaten âyetten kastedilen de budur. Burada İlahi beyanın neyi gaye edindiğini bilmek, bir şeyi görmeye benzer ki bu husus, işin iç yüzünü bilenden başkası için mümkün değildir.…


Te’vile gelince, bu kelimenin manası, bir hususun varacağı nihai noktayı beyan etmekten ibarettir.…


Sözü edilen bu te’vil usulünde tefsirde olduğu kadar şiddetli bir sakındırma gündeme gelmez, çünkü bunda Allah adına açıklama yapmak gibi bir hâl yoktur, zira kişi Murad-ı İlahi’den haber vermemekte ve ‘Allah bu beyanı ile şunu murat etti’ yahud da ‘Şunu kastetti’ dememekte sadece şöyle bir ifade kullanmaktadır:


Bu İlahi beyan şu veya şu manalara yönelik ihtimaller taşımaktadır, benim bu söylediklerim insanoğlunun dile getirebileceği hususlardandır, Kur’a’nı beyanın muhtevi olduğu hikmeti bilen sadece Allah’tır. …


Netice de tefsir tek yönlüdür, te’vil ise birden fazla manalara ihtimal taşımaktır.”


-"Efendim çağdaş olduğunuz halde Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’ ile görüştünüz mü?"


-"Hayır."


-"Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’de sizin gibi bu alanda etkin bir yola başlamıştır."


-"Öyle mi? Peki başka kim?"


-"Amcamız bize yalnızca sizin ve diğer imamın ismini söyledi."


- "Başka sorunuz var mı? "


- "Şimdilik aklımda yok."


-"O halde herkes karnını doyurduysa dersliğe geçelim."


Hep beraber ders yerine geçince İmâm-ı Mâtürîdî anlatmaya başladı.


-"Haber her şeyden önce kişinin mensup olduğu varlık türünü ve soyunu, kendisinin ve her şeyin adını öğrenmeyi sağlayan ve beşer hayatının kurulup devam etmesini temin eden bilgi vasıtasıdır.


Haber peygamberlerden gelen haber, tevâtür yoluyla sabit olan haber ve haber-i vâhid olmak üzere üçe ayrılır.

Peygamberlerin doğruluğu mûcizelerle sabit olup verdikleri haberlerin kabul edilmesi aklî bir gerekliliktir. Onlardan gelen haber tevâtür derecesine çıkmışsa kesin bilgi doğurur.


Tevâtür aklın, nakledenlerin nicelik ve nitelik açısından konumunu göz önüne alarak haberin doğruluğuna hükmetmesidir....."


Ahmet elindeki kum saatine baktığında az vakitlerinin olduğunu görünce dersin bitmesini beklemeden kalkıp dışarı çıktılar. Ahmet ile ilk geldiklerinde çarpıştığı adamı gördüler.


-"Gidiyor musunuz?"


-"Evet bizim acil gitmemiz gerekiyor. İlgilendiğiniz için teşekkür ederiz. Baş müderris hocaya iletirsiniz."


-"Tabii iletirim. Kendinize dikkat edin."


İki kardeş sandığa doğru ilerledir.


Ertesi gün amcaları, muhtar ile anlaşıp boş olan yere halk kütüphanesini yapmaya karar verdiler.


Sandık mı?


Onu hiç merak etmeyin. Ayşe onu kimselere vermez.


Birlikte depoya gittiklerinde amcaları,

-"Çocuklar, dün unuttum ve aklıma gelince size söyleyeyim dedim. Hani İmâm-ı Mâtürîdî Rahmetullahi aleyhin yazdığı kitaplar vardı ya işte isim olarak bize ulaşan ESERLERİ,


FIKIH:

📚 Kitab et-Tevhid,

📚 Risale fi'l'akaidŞeru'l-fıkı'l-ekber,

📚 Redd-i Evâili'l-Edile li'l-Ka'bi,

📚 Reddu'l-Usûli'l-Hamse li'l-Bahili,

📚 Reddu Kitabi'l-İmam li ba'di'r-revafıd,

📚 Er-Redd'ale'l-karamita,

📚 Reddü kitabi'l-Ka'bi fi va'idi'l-füssak,

📚 Beyanü vehmi'l-Mu'tezile, 📚 Kitab el-makalât Kitabu tefsiri'l-esma' ve's-sıfat.


USUL:

📚 Me'ahizü'ş-şerai fi usuli'l-fıkhel-Cedel fi usuli'l-fıkh,

📚 EdüDürer fi usuli'd-din,

El-Usul.


TEFSİR:

📚 Te'vilatü'l-Kur'an,

📚 Risale fi ma la yecuzü'l-vakfu aleyhi fi'l-Kur'an.


MÜNACAAT (Şiir):

📚 Vasaya ve

📚 Münacat.


Ve şuan bizlerin ulaşabileceği yalnızca iki kitap var. Kitab et-Tevhid ve Te'vilatü'l-Kur'an." 


-"Onca kitaptan, onca emekten kalan yalnızca iki kitap. Ve bu iki kitap ile asırlarca istifade eden Ümmet.


Ey İmâm-ı Mâtürîdî Rahmetullahi aleyh sen büyük insansın."


-"Diğer kitapları da bize ulaşsaydı eğer, şuan önce sünnet'i sonra Kur'ân-ı Kerîm'i inkâr edebilecek kimsenin sesi olmazdı."


*




-KAYNAKÇA-















Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentários


Yazı: Blog2_Post
bottom of page