top of page

ŞAFİÎ MEZHEBİNİN İMAMI: İMÂM-I ŞAFİÎ (RAHMETULLAHİ ALEYH)

Güneşin yakıcılığından korunmak için geniş gövdeli, daları uzun bir ağacın altına sığınıp, kitap okuyan Ahmet, başını kaldırdığında kardeşinin asık suratla yanına doğru geldiğini gördü. Küçük bir alay etmek gibi, -"Hayrola Ayşeciğim ne oldu? Karadeniz'de gemilerin mi battı ki suratın asık?" -"Ne gemisi abi ya! Canım Hanımeli çekti. Kokusuna dayanamıyorum yemek istiyorum." Asık olan suratını daha da astı. Ve abisinin yanına üzgünce oturdu. -"Üzüldüğün şeye bak kardeşim. Bahçemizde kalmadı mı ki böyle güzel yüzünü asıyorsun!" -"Kalmadı." -"Nasıl kalmadı?" -"Basbaya kalmadı. Bitirdim hepsini." -"Yuh! Nasıl bitirdin?" -"Ayyy abi ya! Bitti diyorum sana." -"Ama kokusu geliyor." -"O bizim bahçeden değil! Arka sokaklardan birinden geliyor. Bir kaç kere o bahçeyi görmüştüm. Büyük duvarlarla çevrili." -"Gel birlikte bakalım. Belki sahibi birazcık yemene izin verir ha." Bizimkiler birlikte kalkıp o bahçeye gittiler. Evet Ayşe'nin dediği gibi yüksek duvarlarla örülü, kapısı tahtadan da olsa büyük bir kapıydı. Kapının kenarlarında üzüm dalları sarkerken, köşe başındaki bahçe duvarının uçlarında ise sarkınan hanımelini gördüler. Çiçekleri adeta Ayşe'yi cezbediyordu. -"Ayşe kardeşim istersen insanları rahatsız etmeyelim." -"Abi yaa. Sadece soralım olmaz mı? Canım çok çekti. Biliyorsun ki hanımeli çiçeğini çok seviyorum." Aslında Ahmet'te severdi lakin artık eskisi gibi pek ilgisi kalmamıştı. Yinede kardeşini böyle üzgün görmek istemedi. Onun için o bahçe sahibinden izin alabilirdi. -"Tamam." -"Oleeeeyyy! Sen dünyanın en güzel kalpli abisisin." -"Tamam tamam. Hadi gel kapıyı çalalım." Birlikte kapıyı çaldılar. Ama açan olmadı. Biraz bekledikten sonra tekrar çaldılar. Yine açan olmadı. Üç kere kapı çalmak Sünnete uygun olduğundan. Üçüncü defa çaldılar. Biraz daha beklediler. Yine açan olmadı. Tam geri dönüyorlardı ki kapı büyük bir gıcırtı ile açıldı. Kapıyı açan beli bükülmüş yaşlı bir teyzeydi. Önce Ahmet selam verdikten sonra teyzede selamı aldı. Ardından, -"Hayrdır gençler buyrun ne istemiştiniz?" dedi. Ahmet biraz çekingence tavırla, -"Efendim, Kardeşimin canı hanımeli çekmiş. Bizim bahçemizde vardı ama bitti. Komşularda da pek bulamadık. En yakın sizin bahçenizde var." -"Kokusunda gelince..." Ayşe dayanamayıp kendini savunmak için atılmıştı. Eee kendince haklıydı ama. Yaşlı teyze ise gülümseyip, -"Bende çocukken az koşmadım hanımeli için. Gerçi şimdi bile yerim ama gençken ki gibi değil işte. Gelin çocuklar istediğiniz kadar alabilirsiniz." Yaşlı teyze ile tanışıp, isminin Sümeyye olduğunu öğrendiler. Bizimkiler hanımelinin etrafında bulunurken, Sümeyye teyzede gül ağacının etrafındaydı. Rengârenk mis kokulu gül ağaçları vardı. Bir ara toplarken eline diken battı. Artık yaşlı olduğu için canı daha çok yanmıştı. -"Âhh. Hayy Allah." Ayşe merakla Sümeyye teyzenin yanına hemen varıp ne olduğunu sordu: -"Ne oldu Sümeyye teyze?" -"Bir şey yok evladım. Yalnızca küçük bir diken battı. Hadi siz gidip biraz daha yiyin. Bende siz gelmeden yarım bıraktığım Yasini okuyayım." Ellerindeki gülleri masaya bırakıp çoktan biraz ötedeki koltuğa ilerlemişti. Ayşe: -"İyide Sümeyye teyze senin abdest tazelemen gerekiyor. Çünkü diken batınca elin kanadı. Vücudunda bir yerde kan gelirse abdest bozulur. " -" Evet evladım vücudunda bir yerde kan gelirse abdest bozulur. Lâkin İmâm-ı Hanifi'ye göredir, İmâm-ı Şafii'ye göre ise abdest bozulmaz. " -"Aaa bunu bilmiyordum." -"İmâm-ı Şafii'yi biliyorsunuz değil mi?" Ahmet hemen atıldı. -"Birazcık" -"Öyle mi? Size anlatayım mı?" -"Tamam olur." Dedi bizimkiler. Tabii zamanda yolculuk yapamadan önce az bir bilgi alabilirlerdi. Zira her yeni isimde akıllarına dedelerinin sandığı geliyor. -"Anlatayım çocuklar, İmâm Şâfiî (Rahmetullahi aleyh) olarak bilinen o büyük imâm, bugün insanların amel etmekte olduğu dört mezhebin kesişme noktasını teşkil etmesi yönüyle de ilim târihî açısından mühim bir zâttır. Bir mezhebin kurucu imâmı, diğer iki mezheb imâmının talebesi, bir diğer mezheb imâmının ise hocalığıyla müşerref olmuştur." Şaşkınca ve pekte anlamayarak Ayşe Sümeyye teyzeye sordu: -"Nasıl ben anlamadım bir şey!" -"Şöyle çocuklar, İmam Mâlik İbni Enes (Rahmetullahi aleyh)in direkt ve İmâm Muhammed Şeybânî (Rahmetullahi aleyh) yoluyla İmâm-ı Âzam (Rahmetullahi aleyh)in talebesi konumundadır ve İmâm Ahmed İbnü Hanbel (Rahmetullahi aleyh)in da hocasıdır." -"Şimdi oldu." Hep birlikte gülüştükten sonra devam etti: -"İmâm-ı Şafii, Müslümanların ibadetlerinde ve işlerinde uyacakları bir yol göstermiştir. Onun kendi usulüne göre şer'i delillerden çıkardığı hükümlere, yani gösterdiği bu yola Şafii Mezhebi denildi. Ehl-i sünnet itikadında olan Müslümanlardan, amellerini yani ibadet ve işlerini, bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara Şafii denir İmam-ı Şafii'nin siması, gayet güzel ve sevimli idi. Üstün bir zekaya ve kabiliyete sahip idi. Peygamber efendimizin sünnetine son derece riayet ederdi, ilmi, tevazusu, heybet ve vakarı ile kalblere tesir ederdi. Kur'an-ı kerim okurken dinleyenler kendinden geçerdi...." -" Onu görmeyi çok isterim. " Ayşe, bunları söyleyerek abisine zamana yolculuk yapmak istediğini vurgularken, Sümeyye nine çocukça istek olduğunu düşündü. Sümeyye nine bir süre daha İmâm-ı Şâfiî'yi anlattıktan sonra çocuklar oradan ayrıldılar. Bizim çocuklar vakit kaybetmeden depoya doğru gittiler. Sandığa girip zamanda yolculuğa gittiler. Kendilerini bir Medresenin yakınlarında buldu. İki kardeş tebdili kıyafetleri ile birlikte Medrese bahçesinin kapısının biraz gerisinden içeriye baktılar. Dayanamayıp bahçe kapısından usulca içeri girdiler. Bahçenin içerisinde halka içerisinde talebeler ve ortada onlara ders veren Hoca vardı. Hocanın orta halli giyinmiş, heybetli bir görünüşü vardı. O talebelerine bakarken, yanındakiler su dahi içemezlerdi. Yüzüğünde, (el-bereketü fil-kana'ati) Bereket, kanaat etmektedir, yazılı idi. Biraz dersi dinlemeye başladılar. Ahmet, ders esnasında hocanın on defa ayağa kalktığı dikkatini çekti. Tam yanına vardığında sebebini sormayı aklına not ederken, ders bittiği için yanındakiler sebebini sorduklarında,  şöyle cevapladı: "Seyyidlerden bir çocuk, kapının önünde oynuyor. Kapının önüne gelip, kendisini gördüğüm zaman, ona hürmeten ayağa kalkıyorum. Resulullahın torunu ayakta dururken oturmak reva değildir." Ahmet ve Ayşe bu konuşmaları duyunca hayranlıkla ona baktılar. Gerçekten insan bu kadar küçük ayrıntıya dikkat eden büyük birine hayran olmaması elinde değil. İşte biz çocuklarımıza uyurken batının masaları yerine böyle inceliklere dikkat eden Âlimleri, İmamaları anlatmalıyız. Ders halkasının ortasında bulunan hoca bizim çocukları fark etti. Ve onlara seslendi : -"Gençler! Ne yapıyorsunuz burada?" Ahmet ve Ayşe onlara genç diye hitap ettikleri için başta şaşırsada topralandılar. Aslında en çok Ayşe şaşırdı diye biliriz. Zira şimdiye kadar kimse ona genç dememişti. Bu ilkti. Ve Ayşe'nin mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Ahmet ise kendisi için alışık olduğundan hemen cevap verdi : -"Efendim. Biz çok uzak yollardan geldik. Duyduk ki İmâm-ı Şafii yani Muhammed bin İdris buralardayamış. Onu ziyarete geldik." -"Ne yapacaksınız onu? Hem aileniz nerede?" -"Üzgünüm ama bunu bir tek ona söyleriz." Talebler hayretler içerisinde bizimkilere bakıyor. O büyük imâm ise tebessüm ederek çocukları yanlarına çağırtıp oturttu. Aç olup olmadıklarını, bir şeye ihtiyaçları var mıdrı diye sordu. Bizimkiler ise teşekkür edip yalnızca İmâm-ı Şafii ile konuşacakalrını söylediler. Ardından İmâm-ı Şafii kendini tanınttı: -"İsmim Muhammed bin İdris bin Abbas eş-Şafii'yim." -"Aaa. İmâm-ı Şafii siz misiniz?" Bizimkilere tebessüm ederek evet dedi. Ahmet : -"Efendim az öncede söyledik. Uzak yollardan geldik ve yalnızca sizin hayatınızı merak ettik ve sizin hayatınızı sizden dinlemek istedik. Tabii müsaadeniz var ise." -"Tabii gençler anlatayım sizlere. Baba tarafından soyum, Hz. Muhammed(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in dördüncü kuşaktan dedesi Abdülmenaf'a dayanıyor. Şeceremin (soy ağacı) çeşitli basamaklarında yer alan dedelerime bağlı Kureyşi, Muttalibi, Şafii nisbeleriyle anılırım. Derler ki, Hanefi mezhebinin kurucusu İmam Ebu Hanife'nin vefat ettiği gece 150 (m.767) yılında Gazze'de dünyaya geldim. Doğumumdan kısa bir süre sonra babam İdris'in vefatı üzerine annem ile iki yaşımda asıl memleketimiz olan dedemin yurdu Mekke'ye götürdü. Mina yakınlarında Şi‘bülhayf mevkiinde mahrumiyet içinde büyüdük. Temel eğitimimi güçlü hâfızam sayesinde bir tür belletmenlik yaparak ücret ödemeden sürdürdüm. 7 yaşımda Kur'an-ı Kerim'i ezberledim. Küçük yaşlarımdan itibaren tanınmış alimlerin derslerine ve sohbetlerine girdim. Kur'an ezberledikten sonra devamlı Mescid-i Harama gidip, fıkıh ve hadis alimlerinden pek çok istifade ettim. Fakat çok fakir idik, bir yaprak kâğıt almaya bile gücümüz yoktu. Derslerimi ve öğrendiğim meseleleri yazmakta çok sıkıntı çekerdim. Kullanılmış ve atılacak kağıtları alır, arka sayfalarına yazardım. Bazen ise etraftan topladığım kemiklerden ve bir de devlet dairesinin atık kâğıtlarından karşılıyordum. Zor günlerdi gençler. Lâkin yılmadım, pes etmedim. İlim peşinden gittim. Arap şiiri, edebiyatı ve tarihine ilgi duydum. Çevremden gelen telkinlerle Süfyân b. Uyeyne ve Müslim b. Hâlid ez-Zencî’den gibi ünlü İslam Alimlerinden ilim tahsiline başladım. Onüç yaşımda iken, Harem-i şerif de "Bana istediğinizi sorunuz" derdim. On beş yaşımda, Mekke Müftüsü'den ders alarak, fetva verecek duruma geldim. Daha sonra Arapçanın inceliklerini ve edebiyatını öğrenmek için, Mekke'den çıktım. Çölde Hüzeyl kabilesinin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabile, Arapların dil bakımından en fasihi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım, ok atmayı öğrendim. Mekke'ye döndüğüm zaman, birçok rivayet ve edebiyat bilgilerine sahip olmuştum. Hadis, fıkıh, lügat ve edebiyatta çok yükseldim. Mekkeli gençler arasında, ilimde parmakla gösterilen bir dereceye ulaştım. Peki gençler bu nasıl oldu? Ayşe cevabı aklında ölçüp tartarken, Ahmet cevap verdi : -"Çok çalışarak mı?" -"Evet çok çalışarak. Tabii bir de الله Teâlânın inayetiyle. O bize yardımcı olmazsa halimiz nice olur. Lakin biz çalışacağız ki, O'da bize verecek. Devam edelim biz. Tahsilimde en önemli safha, imam-ı Malik hazretlerine talebe olmamla başlamıştır. İlk zamanlar Mekke'de, Müslim bin Halid'den fıkıh öğrendim. O sırada Medine'de bulunan Malik bin Enes'in büyüklüğünü ve Müslümanların imamı olduğunu işittim. Kalbime geldi ki onun yanına gideyim, talebesi olayım. Sonra onun meşhur eseri olan "Muvatta"nın bir nüshasını, Mekke'de birinden tekrar geri vermek üzere alıp dokuz günde ezberledim. Mekke valisine gidip, birini Medine valisine birini de Malik bin Enes'e vermek üzere iki mektup alıp Medine'ye gittim. Medine'ye varınca, Medine valisine gidip ona ait olan mektubu verdim ve Medine valisi ile birlikte imam-ı Malik'in yanına gittik, imam-ı Malik dışarı çıktı. Uzun boylu ve gayet heybetli bir görünüşü vardı. Medine valisi, Mekke valisinin gönderdiği mektubu imama takdim etti. Mektupta "Muhammed bin İdris, annesi tarafından şerefli bir kimsedir. Ve hali şöyle şöyledir..." diye yazılı olan kısmı okuyunca "Sübhanallah! Resulullahın ilmi şöyle mi oldu ki, mektup ile yazılıp, sorulup, talep olunur" dedi. Ben de durumumu ve ilim öğrenmek istediğimi anlattım. Sözlerimi dinledikten sonra bana baktı. Adın nedir, dedi. Muhammed'dir dedim. Ey Muhammed, dedi, ileride büyük bir şânın olacak, Allahü teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir. Onu masiyetle söndürme! Yarın biri ile gel, sana Muvatta'yı okusun buyurdu. Ben de onu ezberledim, ezberden okurum dedim. Ertesi gün imam-ı Malik'e gelip okumaya başladım. Her ne zaman, imamı üzme korkusundan okumayı bırakmak istesem, benim güzel okumam onu hayretler içerisinde bırakır, ey genç daha oku derdi. Kısa zamanda Muvatta'yı bitirdim. Buradaki talebeliğim hocamın vefatına kadar (179/795) devam etti." Ey okuyucular, araya girip sizlere bir not vereyim : El-Muvatta râvileri listesine giren Şâfiî,  hocasının ilmî birikimine en iyi nüfuz eden öğrencilerinden oldu. -"İmam-ı Malik'in yanına geldiğim zaman, 20 yaşlarında bulunuyordum. Beni himayesine alıp, 9 yıl boyunca hadis öğretti. Sufyan bin Uyeyne, Fudayl bin Iyaz'dan, amcası Muhammed bin Şafii gibi birçok alimden hadis rivayet ettim. Ulemânın ihtilâfına ilgi duyduğum için burada İbrâhim b. Ebû Yahyâ, Abdülazîz ed-Derâverdî, Attâf b. Hâlid, İsmâil b. Ca‘fer el-Ensârî ve İbrâhim b. Sa‘d gibi hocalardan ders aldım; fakat hiçbiri İmâm-ı Mâlik kadar ilmî kişiliğime tesir edemedi. Mâlik b. Enes’in vefatı üzerine Mekke’ye döndüm. O sırada Hicaz’da bulunan Yemen valisi, dayılarımdan birinin ricasıyla beni Yemen’e davet etti. Bu yolculukta harcayacak param olmadığından annem evini rehin ederek aldığım borçla yol masraflarını karşıladı. Yemen’de bir kamu görevi alıp burada yaklaşık beş yıl kaldım. San‘a’da Hz. Osman’ın (Radıyellâhü anh) torununun torunu olan Hamdeh (Cemîle) adlı hanımla evlendim. Bir yandan Mutarrif b. Mâzin, Hişâm b. Yûsuf el-Kâdî gibi hocalardan faydalanarak ilim tahsilini, diğer yandan buradaki görevimi sürdürürken çok geçmeden kendimi siyasî bir entrikanın içinde buluverdim. Dönemin hassasiyetlerine uygun bir tertip neticesinde yönetime karşı bir ayaklanmayı örgütlemekle suçlandım ve tutuklanıp Halife Hârûnürreşîd’in huzuruna çıkarılmak için Rakka’ya götürüldüm. Beraberimde bulunanlar idam edilirken, İmâm-ı Muhammed'in şahidliği ile güçlükle kurtulabildim. 184 (800) yılında gerçekleşen bu olay Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî ile tanışmama vesile oldu. Bir süre Rakka’da (veya Bağdat’ta) göz hapsinde tutulduğum bu sırada Şeybânî’nin derslerine devam ettim. Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî'den Irak fakihlerinin kitaplarını okudum. Onunla fikir alış verişinde bulundum. İmam-ı Muhammed ayrıca üvey babam idi. Onun ilminden ve kitaplarından çok istifade etmişimdir. İmam-ı Muhammed'den öğrendiğim meselelerle ve ilimle, bir deve yükü kitap yazdım." Ayşe hafifçe kıkırdadı. Muhtemelen bir deve yükü benzetmeye güldü. Bizde de bir eşşek yükü derler ya bazen. Belkide ondandır. Lakin şunu söyleyelim bir deve yükü çokta az olmayacak derece fazla. Aslında şuna dikkat çekebiliriz "İmâm-ı Şafii'nin emekleri, kitapları, mücadelesi, talebeleri o kadar çok fazla ki. Biz bir kitap yazmaktan acizken, o ve onun gibiler bir deve yükü Kitap yazmışlar. Artık gerisini siz düşünün. Neyse efendim biz devam edelim. -" Gençler, eğer o olmasaydı ilim kapısının eşiğinde kalmıştım. Bütün insanlar ilimde, Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Kufe âlimlerinin çocuklarıdır. Onlar da Ebu Hanife'nin çocuklarıdır. Yani bir babanın çocukları için lazım olan nafakayı kazanıp, çocuklarını beslemesi gibi, imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri de kendinden sonrakileri böylece ilimle beslemiş ve doyurmuştur. Göz hapsinin ardından Hârûnürreşîd’in, benimle ilgili olumsuz kanaatinin değiştiğini bildirip beni 4000 (veya 10.000) dirhemle ödüllendirmesi üzerine Bağdat’tan ayrılarak Mekke’ye döndüm. Mekke'ye dönerek burada bir süre araştırmalar yapıp, talebelerime dersler verdim. Özellikle hac mevsiminde çeşitli İslam beldelerinden gelen ilim adamları ders alırlardı. Mekke'deki bu ikametim 9 yıl kadar sürdü. Daha sonra tekrar Bağdat'a döndüm. Bu dönemde Bağdat İslam aleminin önemli bir ilim merkeziydi. Burada bulunan alimler, bizden ders almışlardır. İlim talebeleri benim etrafımda toplanır, İlim için hürmet gösterirlerdi. Bağdat âlimleri dahi  ders almışlardır. Ders ve fetva vermekte uyguladığım yöntem, istinbat (kaynaklardan hüküm çıkarma) usulü olan, usul-i fıkıh ilmiydi. Bağdat'ta bulunduğum sırada "el-Kitab-ül Bağdadiyye" adını verdiği eserini yazdım. İlki 187'de Mekke'de, sonra 195'te Bağdat'ta İmam Ahmed b. Hanbel (Ö. 241/855) ile buluştuk. Ondan Hanbelî fıkhını ve usulünü, Kur'an'ın nâsih ve mensuhunu öğrendim. Bağdad'ta onun eski mezhebinin esaslarını ihtiva eden "el-Hucce" adlı eserini yazdım. Lâkin (Şafiîlerde, çeşitli konularda fetvâ, İmam Şâfiî'nin yeni mezhebine göredir,) eski mezhebimi temsil eden el-Hucce'den döndüm. Onu benden rivayet edene hakkımı helâl etmiyorum. " Ancak on yedi kadar meselede eskiye göre fetva verilmiştir. Meselâ; eski görüşü, muarızı olmayan bir hadisle desteklenirse onunla fetva verilir. Sizleride burada aydınlatalım dedikten sonra devam edelim :). -" Halife Me’mun’un Mutezili kelamı doğrultusunda yaptığı uygulamalardan ve baskılardan rahatsız olduğımdan, Bağdat’tan ayrıldım ve ömrünün son demelerine kadar 199-200 civarında (815) gittiğim Mısır’da geçiriyorum. Halife Me’mun, bana Mısır kadılığı görevini teklif ettiyse de bunu kabul etmedim; Mısır’da ders vermeyi, öğrenci yetiştirmeyi tercih ettim. Bu dönemde (meşhur eseri olan) el-Ümm’ü kaleme aldım." (İmâm-ı Şâfiî’nin fıkhi görüşlerini yansıtan bu muhteşem eser de günümüze ulaştı. Bunlardan başka Şâfiî’nin daha birçok eser daha kaleme aldığı bilinmektedir.) Gençler, Kur’an öğrenenin saygınlığı artar, fıkıhla meşgul olanın değeri yükselir, hadis yazanın delilleri kuvvetlenir, … kendini korumayana ise ilmi fayda etmez. Hadis sahih olunca, o benim görüşümdür. Benim böyle bir hadisle çelişen sözümü de duvara çarpın. Nebevî sünneti Kur’an’ın doğru anlaşılmasının ve sakat yorumlardan korunmasının güvencesi olarak, sünneti içeren sahih hadisleri belirlemeye ve bunları başarılı şekilde yorum sürecine katmaya gayret sarfetmeye özen gösterdim. Taklidi değil ictihadı esas kabul ettiğim için Kur’an ve Sünnet birikimi dışında hiçbir veriyi sorgulamadan almayı kabul etmem. Haberi vâhidin delil olmasıyla ilgili, dayandığım çeşitli deliller vardır. Bunlardan birinde Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in şöyle buyurmuştur: "Benim sözümü dinleyip belleyerek ezberleyen ve olduğu gibi başkasına duyuran kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Bazan fıkıh hâmili, fakih olmayana nakleder, niceleri de kendisinden daha fakih olan kimseye nakleder..." (Ebû Dâvud, İlm, 10; Tirmizî, İlm, 7; İbn Mâce, Mukaddime,18). Madem ki Hz. Peygamber, sözlerini dinleyip bellemeğe ve onları başkalarına duyurmağa davet etmiştir. Bunu yerine getiren kimse ister bir kişi olsun, ister cemaat olsun, O'nun davetine icabet etmiş sayılır. Hz. Peygamber'den rivayet eden kimse bir kişi de olsa güvenilir ve âdil olmak şartıyla rivayeti makbuldür." Ahmet : -"Efendim, sohbetiniz hoş ve tatlı lâkin bizim gitmemiz gerekiyor artık müsaadenizle." -"Tabii ki müsaade sizlerindir gençler. Biz buradayız. Her zaman bekleriz ilim sofrasına." Ahmet ve Ayşe vedalaşıp her zaman ki gibi hüzünle evlerine döndüler. Her büyük şahsiyetin yayına gittiklerinde heybelerini bilgi, ilim, irfan ile dolduruyorlar. Ve onların o zorlu hayatlarını öğrendikçe ise kendi kolay hayatlarından utanıyorlardı. Onlar evlerine dönerken gelin bende sizlere İmâm-ı Şafii ile ilgili bir kaç notumu aktarayım. Eee her zaman bizim çocukların notlarını mı okuyacaksınız değil mi 🤭 İmam Şâfiî'nin "er-Risâle" adlı eseri fıkıh usulünde ilk kaleme alınan usul kitabıdır. Hanefilerde, usul müctehid imamlar devrinde yazılı bir eser haline getirilmemiş daha sonra fürûdan hareket edilerek usûl kaideleri belirlenmiştir. İmam Şâfî, işin başında er-Risâle'yi yazarak sonraki Şâfiî bilginlerini bu külfetten kurtarmıştır. İmam Şâfii'nin "el-Ümm" adlı eseri ise Mısır'da mezhep görüşlerini kapsayan bir fıkıh eseridir. Şâfiî mezhebinin usûlü kitap, Sünnet, icma ve kıyasa dayanmaktadır. Onun ilmî ve edebî şahsiyeti yanında, takvâsı, olgun karakteri ve güzel ahlâkı da zikredilmesi gereken hususlardandır. Kendisine Sıffın meselesi, sorulunca şu anlamlı cevabı vermişti: "Ömer b. Abdülazîz'e Sıffîn'da ölenler sorulunca o; "Allah'ın elimi bulaşmaktan koruduğu kanlardır" demişti. Şimdi ben de dilimi bu kana bulaştırmak istemiyorum." Öğrencileri onun hakkında, "Şafiî Hz'leri bir âyeti tefsir etmeye başlayınca, sanki o âyetin indirilişini görmüş gibi büyük bir vukufla konuşurdu" derler. İmam Şâfiî, müstakil mutlak müctehid idi. Hicazlılar'ın ve Iraklıların fıkhını kendinde toplamıştı. Zamanının en büyük âlimi olan ve üçyüz bin hadis-i şerifi ezbere bilen imam-ı Ahmed bin Hanbel, ondan ders almaya gelirdi. Çok kimse imam-ı Ahmed'e, "Böyle büyük bir âlim iken, karşısında nasıl oturuyorsun?" dediklerinde, "Bizim ezberlediklerimizin manalarını o biliyor. Eğer onu görmeseydim, ilmin kapısında kalacaktım. O, dünyayı aydınlatan bir güneştir, ruhlara gıdadır" derdi. Bir kere de, "Fıkıh kapısı kapanmıştı. Allahü teâlâ, bu kapıyı, kullarına imam-ı Şafii ile tekrar açtı" dedi. "Eli hokka ve kalem tutup da, boynunda Şâfi'nin minneti olmayan kimse yoktur" İmam-ı Şafii hazretleri, ilim, zühd, marifet, zeka, hafıza ve nesep bakımlarından zamanındaki âlimlerin en üstünü idi. Ömrünün sonuna kadar her gün bir hatim olmak üzere, ayda otuz hatim okurdu. Ramazân-ı şerîfte ise gece ve gündüz birer hatim olmak üzere, altmış hatim okurdu. Mısır’da bir cumâ gecesi vefâtının yaklaştığı sırada tâkatsiz kalmıştı. O bu hâlde iken, talebesi Ebû Mûsâ Yûnus ibni Abdüla’lâ yanına girmişti. Ona; “Ey Ebû Mûsâ, bana Kur’ân-ı Kerîm’den Âl-i İmrân sûresinin yüz yirminci âyet-i kerîmesinden sonraki âyetleri yavaş yavaş oku!” buyurdu. O da okumaya başladı. İmâm-ı Şâfiî, okunan âyet-i kerîmelerin mânâlarına dalmış, derin bir huşû içinde dinliyordu. Son nefeslerini vermek üzere iken, hâlini sordular. “Dünyâdan göçüyorum… Artık ondan ayrılıyorum… Ümit şerbetini içiyorum… Kerîm olan Rabbime gidiyorum” dedi ve bir müddet sonra da vefat etti. Yarım asrı ancak birkaç sene geçebilmiş kısa sayılabilecek ömrüne iki mezheb sığdırmış olan büyük imâm, milâdî 820 senesi 20 Ocak günü Kâhire’de vefât etmiş ve buradaki el-Mukattam dağında bulunan Kurâfe kabristanlığına defnedilmiştir. Eyyûbîlerden el-Melik el-Kâmil, İmâm eş-Şâfiî (Rahimehullâh)ın kabrinin üzerine 1211 senesinde türbe yaptırmış, Selâhaddîn-i Eyyûbî de türbenin yanı başına bir medrese yaptırmıştır. İmam Şâfiî Türbesi'nin kubbesinde tepede eskiden kuşlar için hububatla doldurulduğu söylenen bakır bir sandal vardır. Türbelere küçük kayık modelleri konulması bir Mısır geleneği olup evliyanın doğum günlerindeki törenlerde kullanılmak için yapılmış olan Uksûr'da Ebü'l-Haccâc Türbesi'ndeki kayık en önde gelen örnektir. Mevlâ Te‘âlâ, eserlerinden müstefid eylesin. KAYNAKÇA: https://m.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1773 https://islamansiklopedisi.org.tr/kubbetul-imam-es-safii https://www.ismailaga.org.tr/imam-es-safii-hazretleri-kimdir https://www.islamveihsan.com/imam-safi-kimdir.html https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/muhammed-b-idris-es-safii https://islamansiklopedisi.org.tr/safii


Comments


Yazı: Blog2_Post
bottom of page